Medeni Hukukun Anlamı ve Kapsamı

MEDENİ HUKUKUN ANLAMI VE KAPSAMIKAVRAM VE TERİM OLARAK MEDENİ HUKUK

Medeni Hukuk, vatandaşların birbirleriyle aralarındaki ilişkileri bakımından uygulanan hukuk anlamına gelmek üzere kullanılan bir tamlamadır. Yabancı dillerde “Civil Law” (İngilizce), “Bürgerliches Recht” ya da “Zivilrecht” (Almanca), “Droit Civil” (Fransızca), olarak geçen “Medeni Hukuk” sözcüğü, Roma Hukuku’nda “Jus Civile” terimiyle ifade edilmekteydi.

MEDENİ HUKUK’UN HUKUKTAKİ ANLAM VE ÖNEMİ

Bir insanı doğduğu ilk günden son nefesine kadar takip eden ve hatta ölümünden sonra bile önem taşıyabilen bu ihtiyaçlar ve ilişkiler yumağı içinde düşündüğümüzde, Medeni Hukuk’un önemini anlayabiliriz. Hiçbir insan Medeni Hukuk’un kapsama alanından dışarı yaşamı boyunca çıkamaz.

MEDENİ HUKUK’UN DÜZENLENMESİ BAKIMINDAN HUKUK SİSTEMLERİ

Bugüne dek tüm dünya üzerinde Medeni Hukuk kurallarının düzenlenmesi bakımından dört sistemin egemen olduğu söylenebilir: Kara Avrupası Hukuk Sistemi, Anglo-Sakson Hukuk Sistemi, İslam Hukuk Sistemi ve Sosyalist Hukuk Sistemi.

1926 YILINDA KARA AVRUPA HUKUK SİSTEMİ: Ülkemiz 1926 yılından bu yana Kara Avrupası Hukuk Sistemi’ne dâhildir .Bu sistemin temeli Romalılar tarafından geliştirilip yüzyıllar boyunca uygulanmıştır.Medeni Hukuk kuralları, Corpus Juris Civilis adı altında bir külliyatta yazıya dökülmüştür. Bu gelenek hâlen devam etmektedir.1 Ocak 2002’de Türk Medeni Kanunu’na ve 1 Temmuz 2012’de de Türk Borçlar Kanunu’na bırakmışlardır.

ANGLO -AMERİKAN HUKUK SİSTEMİ:Bugün İngiltere, ABD, Yeni Zelanda gibi ülkelerde egemendir. Bu hukuk kuralları yazılıdır.Ve mahkemelere dayalıdır.Mahkeme kararları örf ve adet’in etkisiyle şekillenir.

İSLAM HUKUKU:İslâm Hukuk Sistemi, İslam ülkelerinde etkili olan hukuk sistemidir. Ülkemiz de 1926 yılında Medeni Kanun yürürlüğe girene dek bu sistemin etkisi altındaydı. Bu sistemde hukuk kaynakları Kur’an-ı Kerim, sünnet, icma ve kıyastır. Bu hukuk sistemi daha çok kazuistik yönteme uygun olarak gelişmiştir.

SOSYALİST HUKUK SİSTEMİ:Sosyalist rejimi benimseyen ülkelerde uygulanmıştır.İrade özgürlüğü, hukuki ilişkilerde tarafların eşitliği gibi ilkeler yerine, toplum çıkarının ön planda tutulması ilkesi belirginlik kazanmıştır.

MEDENİ HUKUK ALANINDA KANUNLAŞTIRMA HAREKETLERİ

Medeni Hukuk alanında kanunlaştırma denilince, bu alandaki hukuk kurallarının kanun koyucu tarafından yazılı hâle getirilmesi anlaşılır .Kanunlaştırma denilince iki yöntem akla gelebilir: Kazuistik yöntem ve soyut yöntem.

KAZAUİSTİK YÖNTEM:Kanun genel hükümler ve ilkeler içermez. Karşılaşılabilecek her sorun öngörülüp o soruna özel kurallar konulmaya çalışılır

SOYUT YÖNTEM:Modern kanunlaştırma yöntemi, soyut yöntemdir. Kanunlar genel ilkeler koyar, tanımlar getirir. Böylece zaman içinde ortaya çıkabilecek; ama şimdiden tam olarak kestirilemeyen hukuki ilişkiler ve sorunlar da çoğunlukla çözümsüz kalmamış olur.

MEDENİ HUKUKUN ALT DALLARI

Medeni Hukuk’un alt dalları denilince geleneksel olarak anlaşılan, Medeni Kanun’un ve Borçlar Kanunu’nun düzenlediği ilişkilere uygulanan hukuk kurallarıdır. Bunlar sırasıyla Kişiler Hukuku, Aile Hukuku, Miras Hukuku, Eşya Hukuku ve Borçlar Hukuku olmak üzere beş grupta ele alınabilir.

MEDENİ HUKUKUN MADDELERİ

maddede, Medeni Hukuk’un temel ve yardımcı kaynaklarını ortaya koymuş ve hukuku uygulayan hâkimin bu kaynaklara hangi sırayla ve hangi koşullar altında başvurabileceğini belirtmiştir. 2. madde, Dürüstlük kuralı 3.madde,İyi niyet 4.madde,Hakimin Taktir Yetkisi 5. maddesi, Borçlar Kanunu.6. ve 7. maddeleri, ispata yönelik hükümler içerir.
KİŞİLER HUKUKU:Medeni Hukukun 1.kitabıdır.Hangi koşullar altında da kişiliğini kaybettiğini, kişilerin ehliyetlerini, isim, hısımlık, yerleşim yeri gibi onları diğer kişilerden ayıran birtakım niteliklerini ve kişiliğe giren değerleri korumanın hukuki yollarını düzenleyen hukuk dalını anlıyoruz.

AİLE HUKUKU:2. kitabıdır.Aile ilişkilerinin kurulması, işleyişi ve sona ermesini kurallara bağlayan Medeni Hukuk dalına Aile Hukuku diyoruz.

MİRAS HUKUKU:3.kitabıdır.Bir kişi öldüğü zaman, son arzularının nasıl ve ne kapsamda yerine getirileceği ve özellikle de sağlığında sahip olduğu mal varlığının –ölümüyle ‘tereke’ adını alacaktır- akıbetini düzenleyen hukuk dalı, Miras Hukuku’dur.

EŞYA HUKUKU: 4. kitabıdır.Medeni Hukuk’un tam anlamıyla mal varlıksal nitelik taşıyan bir alt dalıdır.

BORÇLAR HUKUKU:5.kitabıdır.Kişiler arasındaki borç ilişkilerini düzenleyen hukuk dalına Borçlar Hukuku denir. (İSVİÇRE)

MEDENİ HUKUKUMUZUN TEMEL İLKELERİ

Medeni Hukukumuz laiklik ilkesini ve demokratik esasları benimsemiş, birey özgürlüğüne büyük önem veren ama kişi çıkarıyla sosyal çıkarlar arasında da uygun bir denge kuran, ulusumuza özgü kurallarla düzenlenmiş, devrimci ve ilerici bir nitelik taşır.

MEDENİ HUKUK’UN KAYNAKLARI

MEDENİ HUKUKUN YARATICI KAYNAKLARI: Kural olarak yasama organıdır .Ama zaman zaman yürütme organı tarafından hazırlanan düzenleyici kurallar da söz konusu olur. Medeni Hukuk alanında bazı koşullar altında hâkimin dahi hukuk kuralı yaratabilmesi mümkündür. Örf ve âdet hukuku dediğimiz kuralların ise kaynağı aslında bu kuralların bireylerine uygulanacağı toplumun ta kendisidir.

MEDENİ HUKUK’UN YÜRÜRLÜK KAYNAKLARI: Yürürlükte bulunan hukuk kurallarının tümü anlaşılır.İlk gelen kaynaklar Türk Borçlar Kanunu’dur Örf ve âdet hukukunda da boşluk söz konusuysa, hâkim kendisini kanun koyucu yerine koyarak hukuk yaratmak zorunda kalır .

KANUN

Yasama organı tarafından kabul edilip Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren, Anayasa’ya aykırı olamayan, genel ve soyut kurallar içeren yazılı hukuk metinleri anlaşılır.Oysa Medeni Kanun’un 1. maddesinin birinci fıkrasındaki ifadeden, yürürlükte bulunan ve yazılı olan hukuk kurallarının tümü, mevzuat, anlaşılır. O hâlde hâkim teknik anlamda kanunların yanı sıra kanun hükmünde kararname, tüzük, yönetmelik, tebliğ gibi önündeki çözüm bekleyen hukuki soruna ilişkin düzenleme içeren yazılı hukuk metinlerinin hepsini göz önünde bulundurmak zorundadır.

KANUN BOŞLUĞU: Eğer tüm yazılı Medeni Hukuk kuralları arasında, hâkimin önüne gelmiş somut olaya uygulamaya elverişli emredici veya tamamlayıcı hiçbir hüküm yoksa, o zaman ortada bir kanun boşluğu bulunduğundan söz etmek gerekir.

BOŞLUK SAYILMAYAN DURUMLAR: Boşluk sayılamayan durumlarda hâkim kanun koyucu yetkisini kullanarak örf ve adet hukukuna göre karar verecektir. Örneğin; Amca dayı çocukları birbiriyle evlenemeyecekleri hakkında bir hüküm yoktur. Fakat ebeveynler tarafından dava açıldığı takdirde hakim örf ve adet hukukuna göre karar verebilir yani boşluk sayılmaz.

BİLİNÇLİ BOŞLUK-BİLİNÇSİZ BOŞLUK: Kanun koyucu bir konuyu bilerek ve isteyerek hükme bağlamamışsa, bu durumda bilinçli boşluktan söz edilebilir.

KANUNDA BOŞLUK -KURAL İÇİ BOŞLUK: Hukuki sorun hakkında kanunda hiçbir hüküm yoksa kanunda boşluktan söz edilir. Hâkime takdir yetkisi tanınarak olayın oluş biçimini göz önünde bulundurması, hakkaniyete göre karar vermesi istenir .

Açık Boşluk-Örtülü Boşluk: İster bilinçli olsun ister bilinçsiz, eğer somut olaya uygulamaya elverişli hiçbir kural bulunamıyorsa açık boşluktan söz edilir. Örtülü boşluk ise ortada konuya ilişkin bir hüküm bulunmakla birlikte hükmün özü ile sözünün birbirine ters düşmesi veya aynı değerde ve güçte birbiriyle çatışan iki ayrı kuralın aynı anda yürürlükte bulunması durumlarında görülür.

Gerçek Boşluk-Gerçek Olmayan Boşluk: Gerçek boşlukları doldurmak gerektiğinde örf ve âdet hukuku kurallarına bakar, orada da kural bulamazsa kendisi hukuk yaratma yoluna gider. Gerçek olmayan boşluk söz konusu olduğunda, hakkın kötüye kullanılması yasağı gözetilerek adil bulunmayan kuralın düzeltilmesi yoluna gidilir

Örf ve Âdet Hukuku

Medeni Hukuk’un yazılı hukuk kurallarından sonra gelen ikinci yürürlük kaynağı örf ve âdet hukukudur .

UNSURLARI;

Maddi Unsur (Süreklilik Niteliği ):Örf ve âdet kuralının uzun zamandan beri kesintisiz olarak uygulanıyor olması, yani süreklilik niteliği anlaşılır.
Manevi Unsur (Uyma Zorunluluğu Konusunda Genel İnanış) Toplumda bu kurala uymanın zorunlu olduğu konusunda bir inanışın mevcut olması da gerekir ki, bu özellik örf ve âdet hukuku kuralının manevi unsuru olarak da adlandırılır.
Hukuki Unsur :Örf ve âdet kuralının Devlet desteğine sahip olmasıdır. Devlet tarafından bir yaptırıma tâbi tutulması ve bu kurala uymanın zorunlu olduğuna ilişkin bir kanun emrinin, mahkeme kararının ya da idari makamların bir kararının bulunması gerekir.
Hâkimin Yarattığı Hukuk :Hâkimin hukuk yaratmasından kasıt, kendisi kanun koyucu olsaydı nasıl bir kural koyacak idiyse ona göre karar vermesi demektir.

MEDENİ HUKUKUN BİLGİ KAYNAKLARI

Hukuk alanındaki bilimsel eserler ve yargı kararlarıdır. Bilgi kaynaklarına yargıç hukuk kurallarını yorumlarken de takdir yetkisini kullanırken de hukuk yaratırken de başvurabilir.

MEDENİ HUKUKUN UYGULANMASI

Medeni Hukuk’un uygulanması denilince, Medeni Hukuk kurallarının anlam, nitelik, yer ve zaman bakımından uygulanması anlaşılır.

Hukuk Kurallarının Yorumlanması :Hukuku uygulayan hâkim, önündeki olayı çözmeye elverişli yazılı hukuk kuralını arar. Kuralı yorumlamak, onun sözünden ve özünden anlam çıkarmak demektir.

Yorum Yöntemleri :Medeni Kanunu’nun 1. maddesinin birinci fıkrasında, Kanunun sözüyle ve özüyle değindiği bütün konularda uygulanacağı kuralı yer alır.

SÖZEL YORUM:Hukuku uygulayacak olan hâkim kuralın sözünden yola çıkacaktır; ama herhâlde kuralın kanundaki diğer kurallarla ilişkisi, hangi başlık altında ele alındığı ve dolayısıyla hangi amacı koruyan kurallar arasında bulunduğunu göz önünde bulunduracaktır.
SOSYAMATİK VE MANTIKSAL YÖNTEM:Hem kuralın özüne hemde de sözüne göre yorumlamak
AMAÇSAL YORUM YÖNTEMİ:Bazen kuralın sözünden çıkan anlama göre daha geniş bir uygulama olanağına sahip olur. Bu durumda genişletici yorum yapılmış olur. Kuralın amacına göre yorumu, sözünden çıkan anlamdan daha dar bir uygulama olanağına sahipse de daraltıcı yorum yapılmış demektir.
Yorum Araçları :Yorumlanacak olan kural, sadece düzden değil, tersten de okunmalıdır. Hak sahibinin ölümüyle son bulacağına ilişkin kuralın ters kavramından, bu hakkın hak sahibi yaşadığı sürece devam edeceği, o ölmediği sürece bu hakkın da sona eremeyeceği sonucu çıkarılamaz.

HAKİMİN TAKTİR YETKİSİ

Kanunun takdir yetkisi tanıdığı veya durumun gereklerini ya da haklı sebepleri göz önünde tutmayı emrettiği konularda hâkim, hukuka ve hakkaniyete göre karar verir.Kural içi boşluk taşıyan hükümlerdir, hâkime açıkça takdir yetkisini verir ya da biraz daha örtülü bir ifadeyle hâkimin takdir yetkisini kullanmasını ister. Hâkim takdir yetkisini kullanırken hukuka ve hakkaniyete göre hareket etmek zorundadır .Hakim kanun koyucu gibi hareket ederken, adalet düşüncesini göz önünde tutar. Takdir yetkisinin kullanımı da üst yargı denetimine tabidir .

MEDENİ HUKUK’UN NİTELİK BAKIMINDAN UYGULANMASI

Emredici Kurallar:Birtakım yasaklar koyan veya emirler veren bir ifade taşır..Örnek küçük, yasal temsilcinin izni olmadıkça evlenemez.
Emredici Olmayan (Yedek) Kurallar :Hukuki işlemi yapan kişi veya kişilerin iradesinde olmakla birlikte böyle bir iradenin hiç ya da yeterince açık bir biçimde tespit edilemediği durumlarda devreye girdikleri için bu kurallar, yedek kurallar olarak nitelendirilirler.
Tamamlayıcı Kurallar :Özellikle Borçlar Hukuku alanında görülürler. Bir kuralın tamamlayıcı kural olduğu da çoğu zaman, kanun koyucunun o kuralda kullandığı ifadelerden anlaşılır.
Yorumlayıcı Kurallar :Yorumlayıcı kuralın aksi yönünde net bir irade açıklamasının varlığını iddia eden kişi, ispat yükü altındadır. Yorumlayıcı kurallar, belli bir konuda karine(Belli bir olaydan belli olmayan bir olaya ilişkin çıkarılan sonuç) öngören kurallara da benzerler.
Tanımlayıcı Kurallar :Herhangi bir emir veya yasak içermezler; ama belli bir hukuki ilişkiyi, kurumu veya durumu tanımlarlar.
MEDENİ HUKUK KURALININ ZAMAN BAKIMINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ

Kanunların yürürlükte oldukları sürece uygulanabileceklerinden ve kanunların ne zaman yürürlüğe girip ne zaman yürürlükten kalkacağından söz edilir.

MEDENİ HUKUKUN YER BAKIMINDAN UYGULANMASI

Milletlerarası Özel Hukuk ve Usul Hukuku Hakkında Kanun ile düzenlenmiştir. Bu Kanuna göre, bazı Medeni hukuk ilişkileri bakımından kanunların kişiselliği ön plana çıkarken, bazı Medeni Hukuk ilişkileri bakımından kanunların yerelliği ilkesi benimsenmiştir.

MEDENİ HUKUK’A İLİŞKİN BAZI TEMEL BİLGİLER

Mutlak Haklar ve Nispi Haklar

Hak, genel olarak, kullanılması sahibinin veya yetkili temsilcisinin iradesine bağlı olup hukuk düzenince korunan menfaat olarak tanımlanır. Hak sahibinin üstünlüğü, eğer sadece belli bir hukuki ilişkiyle bağlı olduğu diğer bir kişiye yönelikse, bu duruma nispi (kişisel-şahsi) hak denir. Eğer hak, kendisiyle hiçbir hukuki ilişki içinde bulunmadığımız kişilere karşı bile bize bir üstünlük sağlıyorsa o zaman da mutlak hak denir.

Kişilik hakkı, velayet hakkı, fikrî haklar veya ayni haklar mutlak haklardır. Çünkü hak sahibi bu haklarını herkese karşı ileri sürebilir.Nispi hakların bir kısmı, kişi varlığı değerlerine ilişkindir; ama nispi hakların önemli bir kısmı mal varlıksal değerleri ilgilendirir.

Yararlanma Hakları ve Düzenleme Hakları

Kişilik hakkı, ayni haklar, alacak hakları yararlanma haklarıdır. Tüm bu haklar, sahibine belli bir davranıştan veya hukuki değerden yararlanma olanağı sağlar ve başkasına karşı ileri sürülebilecek bir talep yetkisi verir. Düzenleme hakları ise, sahibine herhangi bir davranıştan veya hukuki değerden doğrudan doğruya yararlanma olanağı sağlamaz ve bir talep yetkisi de vermez.

Yararlanma Hakları ve Özellikle Talep Yetkisi

Yararlanma hakları arasında bulunan ayni haklar, sahibine konusu olan eşyayı kullanma, bu eşyanın ürünlerini elde etme, bu eşyanın biçimini değiştirme, hatta onu bozup yok etme gibi fiilî yetkiler sağlar. Ayni haklar, hak sahibine, ayni hakkın konusu olan eşya üzerinde başkalarına da haklar kurma veya bu eşya üzerindeki hakkı başkasına devretme, başkası tarafından elinden uzaklaştırılan eşyayı geri isteme, eşyadan yararlanmasına herhangi bir şekilde engel olan kişiye karşı el atmasını önleme ve tazminat davası açma gibi hukuki yetkiler de bahşeder Yine yararlanma hakları arasında bulunan alacak hakları, alacaklının borçludan belli bir davranışta bulunmasını isteme yetkisini verir. Buna talep yetksi de denilir.

Düzenleme Hakları, Özellikle Yenilik Doğuran Haklar

Yenilik doğuran haklar, yönetim ve temsil hakları ile def’i (Zaman aşımı ile borçlının borcunun devam etmesi ile borçtan kaçınma hakkıdır)hakları, düzenleme haklarının alt türleridir. Yenilik doğuran haklar, hak sahibine, tek taraflı olarak yeni bir hukuki ilişki kurmak, mevcut bir hukuki ilişkinin içeriğini değiştirmek veya mevcut hukuki ilişkiyi sona erdirmek yetkisini verir. Yenilik doğuran haklar, hak sahibine, tek taraflı olarak yeni bir hukuki ilişki kurmak, mevcut bir hukuki ilişkinin içeriğini değiştirmek veya mevcut hukuki ilişkiyi sona erdirmek yetkisini verir.

Kişi Varlığına İlişkin Haklar – Kişiye Sıkı Sıkıya Bağlı Haklar Devredilebilen ve Devredilemeyen Haklar – Mal Varlığına İlişkin Haklar

Hakkın konusu olan menfaat birtakım kişisel değerlere ilişkinse, kişi varlığına ilişkin haklardan söz edilir. Örn;Kişilik hakları, velayet hakkı, nişanlanma vb. Kişiye sıkı sıkıya bağlı haklar, temsilci yoluyla kullanılamayan, başkasına da devredilemeyen, kişinin ayrılmaz bir parçası olduğu için bizzat o kişi tarafından kullanılması gereken haklardır.Mal varlığı veya mal varlığı içindeki birtakım değerler başkalarına devredilmeye elverişlidir. Bu yüzden çoğu mal varlığı hakkı devredilebilen haklar arasında yer alır. Kişi varlığına ilişkin haklar, sadece kişiye sıkı sıkıya bağlı haklar olmayıp aynı zamanda başkasına da devredilemeyen haklardır.

HAKLARI KAZANDIRAN, KAYBETTİREN VE YÜKÜMLÜLÜKLERİ DOĞURAN VEYA ORTADAN KALDIRAN OLAYLAR (HUKUKİ OLAYLAR)

Medeni Hukuk alanında hakları kazandıran ve kaybettiren, yükümlülükleri doğuran veya sona erdiren birtakım olaylar vardır. Buna hukuki olaylar denir.Hukuki olgular ve hukuki eylemler olmak üzere ikiye ayrılır. Hukuki olay birtakım doğal olaylardır; ama hukuk düzenince kendilerine sonuç bağlanmıştır. Bir kişinin doğması, belli bir yaşa erişmesi veya ölmesi gibi. Hukuki eylemler ise doğanın gidişatına değil de insan iradesine bağlı olduğu için, hukuki olaylar arasında daha sık karşılaşabildiklerimizdir.Bir kişi borcuna veya hukuka aykırı bir davranışta bulunursa, hukuk düzenininin onaylamadığı ama hukuken sonuç doğuran bir eylem ile karşı karşıya olduğumuz söylenebilir.

HUKUKİ İŞLEMLER

Hukuk düzenince korunmuş bir amaca yönelik irade açıklamalarına hukuki işlem denilir.

Hukuki İşlemin Unsurları

Hukuk düzenince korunmuş belli bir hukuki sonuca yönelik irade açıklaması şeklindeki tanımdan iki temel unsur çıkar. Birincisi, irade açıklaması, ikincisi ise bu açıklamanın yöneldiği sonucun hukuk düzenine uygun olmasıdır.

İrade Açıklaması :Belli bir hukuki sonucu doğurmaya yönelik isteğin dış dünyaya aksettirilmesi, muhatabın bilgisine ulaştırılması anlaşılır. İrade beyanları açık yada örtülü olabilir.Söz, yazı ve işaretlerden net bir şekilde anlaşılıyorsa açık irade ,Taraflar arasında daha önce kurulmuş bir sözleşmede, susmanın kabul anlamına geleceği kararlaştırılmışsa, susma bile açık bir irade beyanı sayılır. Örtülü irade beyanları biri dar, diğeri geniş olmak üzere iki şekilde anlaşılır. Eğer sözleşmede açıkça kararlaştırılmadıysa, susma dar anlamda örtülü irade beyanı sayılır.

Hukuki İşlemin Etkinlik Unsurları

Hukuki işlemin etkinlik sayılabilmesi için o ilemin zamanının gelmiş olması lazım Örn,Vasiyeti şeklindeki irade etkisi vasiyetçinin sağlığında yapmıştır.Ama vasiyetçi ölene dek, kendisine bir mal vasiyet edilmiş olan kişi vasiyet alacaklısı mal üzerinde alacak hakkını kazanabilmesi için vasiyetçinin hukuki işlemi yapmış olması yetmez, ölmesi de gerekir.

Hukuki İşlemin Türleri

Hukuki işlemler, işlemi yapmak için irade açıklamasında bulunması gereken kişi sayısına göre tek taraflı hukuki işlemler ve çok taraflı hukuki işlemler olarak ikiye ayrılır .Vasiyet yapma, vakıf kurma tek taraflı hukuki işlem, Çok taraflı hukuki işlemler ise sözleşmeler ve kararlar olarak ortaya çıkar. Hukuki işlemler, hangi hukuk alanında sonuç yarattıklarına bağlı olarak nişanlanma, evlenme gibi aile hukuku işlemleri; miras sözleşmesi, vasiyet, mirası reddetme gibi miras hukuku işlemleri; zilyetliği devretme, taşınır veya taşınmaz eşya üzerinde rehin kurma gibi eşya hukuku işlemleri; satış, kira, bağış veya ibra sözleşmeleri gibi borçlar hukuku işlemleri olabilir.

Gerek borçlandırıcı işlemler gerekse de tasarruf işlemi yoluyla muhataba sağlanan kazandırmaların hukuki bir sebebi olmalıdır. Kazandırmaların sebebi kavramı, hukuki işlemdeki saik kavramıyla karıştırılmamalıdır. Hukuk düzeni kural olarak saiklerimizle ilgilenmez. Ancak aynı şeyi kazandırmaların hukuki sebebi için söyleyemeyiz. Öyle ki, bir kazandırmanın hukuki sebebi yoksa bazen yapılan kazandırma geçersiz sayılır (sebebe bağlılık ilkesi), bazen de kazandırma geçersiz sayılmaz (soyutluk görüşü); ama kazananın bu kazandığı şeyi sebepsiz zenginleşme kuralları çerçevesinde kazandırana iade etmesi gerekebilir. Kazandırıcı işlemler bakımından hukuk düzeninin önemli gördüğü sebeplerin belli başlıları alacak sebebi, ifa sebebi, bağışlama sebebi ve teminat sebebidir. Alacak sebebi de karşı edim (ivaz) alacağı, iade alacağı ve rücu alacağı sebebi olmak üzere üç alt gruba ayrılabilir.

Tasarruf işlemlerinin çoğu zaman temelde yatan bir borçlandırıcı işlemden doğan borcu ifa etmek amacıyla yapıldığını söyleyebiliriz. Öyle ki, taşınmazlara ilişkin bir tasarruf işleminin geçerli olması için, temelde geçerli bir borçlandırıcı işlemin (taahhüt işleminin) bulunması şarttır (sebebe bağlılık ilkesi). O hâlde taşınmaza ilişkin bir tasarruf işlemi ile yapılan kazandırmanın hukuki sebebi, yine bu taşınmaza ilişkin geçerli bir borçlandırıcı işlemin bulunmasıdır. Taşınırlara ilişkin tasarruf işlemlerinin geçerliliğinin temelde geçerli bir borçlandırıcı işlemin bulunmasına bağlı olup olmadığı ise tartışmalıdır .

İYİ NİYETİN KORUNMASI İLKESİ

İyiniyet, bir hakkın kazanılması, korunması veya bir hukuki durumun doğması ya da olumlu sonuçlarından yararlanılabilmesi için mevcut olan engeller veya sağlanamamış koşullar konusunda içinde bulunulan ve hoşgörülebilen bir bilgisizlik veya yanlış bilgi sahibi olma hâlidir. Örneğin iki genç, aslında kardeş olduklarını bilmeksizin evlenirlerse bu aslında iki kardeşin evlenmesinin yasak olduğunu bilmediklerinden değil; birbirlerinin kardeşi olduklarını bilmediklerindendir.

İyi niyet, bir hakkın kazanılması, korunması veya bir hukuki durumun doğması ya da olumlu sonuçlarından yararlanılabilmesi için mevcut olan engeller veya sağlanamamış koşullar konusunda içinde bulunulan ve hoşgörülebilen bir bilgisizlik veya yanlış bilgi sahibi olma hâlidi

MEDENİ KANUNDA İYİNİYETİN ELE ALINIŞI

Kanun koyucu Medeni Kanun’un 3. maddesinde iyi niyete ilişkin iki fıkradan oluşan genel bir hüküm öngörmüştür. Hüküm aynen şöyledir:

Kanunun iyi niyete sonuç bağladığı durumlarda, asıl olan iyi niyetin varlığıdır.

Ancak, durumun gereklerine göre kendisinden beklenen özeni göstemeyen kimse iyi niyet iddiasında bulunamaz.Kanun iyi niyete her zaman sonuç bağlamaz.

İYİNİYETİN KORUNMASININ ŞARTLARI

Kanunun İyiniyete Sonuç Bağlamış Olması :

Kanunun iyi niyete sonuç bağlamadığı durumlarda, tek başına Medeni Kanun’un 3. maddesinden yola çıkarak veya kanunun iyi niyeti koruduğu hâllere kıyas yoluyla, iyi niyetli kişileri korumak mümkün değildir.

İyiniyetin Varlığı:

İyiniyetin varlığından veya yokluğundan söz edebilmek için üç hususa odaklanılır: Bunlardan birincisi kanunun sonuç bağladığı bilgisizlik veya yanlış bilgi sahibi olma durumunun konusu, ikincisi söz konusu bilgisizlik veya yanlış bilgi sahibi olma durumunun hoşgörülebilir olup olmadığı, üçüncüsü ise kanununun iyi niyete sonuç bağladığı hâllerde kimin ya da kimlerin iyi niyetli olmasının gerektiğidir.

Bilgisizliğin veya Yanlış Bilginin Konusu:Hukuki olayın kanunda aranan unsurlarının varlığı veya hakkı kazanmaya engel olan durumların yanlışlığına ilişkin olmalıdır. Yoksa kanunun belli bir hakkın kazanılması için hangi hususları aradığını veya ne gibi engeller koyduğunu bilmemek, iyi niyetli sayılmak anlamına gelmez. Bu durum, kanunu bilmemek mazeret sayılmaz, ilkesiyle açıklanır. Kanunlar Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girerler. Böylece yürürlükteki her kanunun vatandaş tarafından bilinmesi sağlanmaya çalışılır. Kanun koyucu benzer düşüncelerle başka bazı hususların da resmen ilan edilmesini veya resmî sicillerde açıklanmasını emreder. İşte, bilinmediği iddia edilen hususlar, kanun gereği resmen ilan edilmişlerse veya bu hususlarla ilgili açıklamalar resmî sicillerde yer almışsa, söz konusu iyi niyet iddiası yine dinlenilmez. İyiniyetin varlığından söz edebilmek için bazı konularda bilgisiz veya yanlış bilgi sahibi olduğunu iddia eden kişinin bu durumunun hoşgörülebilmesi de gerekir. Bu husus, Medeni Kanunun 3. maddesinin ikinci fıkrasında, durumun gereklerine göre kendisinden beklenen özeni göstermeyen kimsenin iyi niyet iddiasında bulunamayacağı ifadesiyle hükme bağlanmıştır. İyiniyetli olması gereken kişi, hak kazandırması veya hukuki bir başka sonuç doğurması beklenen hukuki işlemin taraflarından biridir. Bazen bu kişiler işlemi bizzat yaparlar; ama bazen onların adına yasal veya iradi temsilcileri hareket etmiş olabilir.

Bazen bir tüzel kişi adına işlem yapan bir organ söz konusu olur. İster temsilci ister organ olsun, bu sıfatla hareket eden kişi ya da kişilerin de geri planda temsil edilen kişi ya da kişilerin de tümünün iyi niyetli olması şarttır. Kanunun iyi niyete sonuç bağladığı bazı durumlarda, iyi niyeti aranan kişinin, hak kazanmasını veya hukuki sonuçtan yararlanmasını sağlayacak hukuki olayın gerçekleşmesi anında iyi niyetli olması yeterli görülmüştür. Bazı durumlarda ise iyi niyetin uzunca bir süre devam etmesi aranmıştır.

İyiniyetli Olması Gereken Kişi ya da Kişiler

Birden fazla temsilcinin temsil yetkisini birlikte kullandığı durumlarda içlerinden birinin bile kötüniyetli olması, temsil olunanın iyi niyetini etkisiz kılar.
Bir tüzel kişinin organı sayılan kişinin veya kurul hâlinde faaliyet yapan bir organ söz konusuysa bu kurulun üyelerinin her birinin iyi niyetli olması gerekir.
Adi ortaklık veya miras ortaklığı gibi tüzel kişiliği olmayan topluluklar söz konusu olduğunda, bu topluluğu oluşturan herkesi ilgilendiren bir hukuki işlem söz konusuysa, içlerinden birine temsil yetkisi vermiş olsalar bile, ortakların her birinin iyi niyetli olması gerekir.
İYİNİYETİN İSPATI

İyiniyet, belli bir konuda bilgisiz veya yanlış bilgi sahibi olduğunu iddia eden kişinin tamamen kendi iç dünyasıyla ilgili bir durumdur.

Kanunun iyi niyete sonuç bağladığı durumlarda asıl olan iyi niyetin varlığıdır .Buna iyi niyet karinesi denilir. İyiniyetli kişi hakkı kazanırsa kendi hakkını kaybedecek olan kişi, bu karineyi çürütme yükü altındadır. O da Medeni Kanunun 3. maddesinin ikinci fıkrasında öngörülen hükümden yararlanacaktır. Bu hükme göre, durumun gerektirdiği özeni göstermeyen kişi iyi niyet iddiasında bulunamaz. O hâlde, iyi niyet karinesini çürütmeye çalışan kişi, iyi niyetli olduğunu iddia eden kişinin şüphelenmesi gereken hususların varlığını ortaya koymaya çalışmalıdır ki, diğer tarafın bilgisizliğinin hoşgörülebilmesi koşulu sağlanamasın.

Kişiler Hukuku, Aile Hukuku ve Miras Hukuku Kapsamında İyiniyetin Korunduğu Bazı Durumlar

Kişiler Hukuku:Evliyken yeniden evlenen bir kimsenin önceki evliliği mutlak butlan (GEÇERSİZİLİK,HÜKÜMSÜZLÜK)kararı verilmeden önce sona ermişse ve ikinci evlenmede diğer eş iyi niyetli ise, bu evlenmenin butlanına karar verilemez.” burada iyi niyetin ikinci evliliğe ilişkin nikâhın kıyılması anında var olması yeterlidir.

Aile Hukuku’na ilişkin olup da işlem güvenliğini sağlamak amacına hizmet eden iki hüküm de evlilik birliğinin temsiline ilişkindir. eşlerden her biri, birliği temsil yetkisi bulunmaksızın yaptığı işlemlerden kişisel olarak sorumludur; ancak temsil yetkisinin üçüncü kişilerce anlaşılamayacak şekilde aşılması hâlinde eşler müteselsilen sorumludurlar.

Miras Hukuku’na ilişkin ölüme bağlı bir tasarrufun iptali için dava açma hakkı, kötüniyetli davalılara karşı, iyi niyetli davalılara göre daha uzun bir süre sonra düşer. Medeni Kanunun 639. maddesine göre, miras sebebiyle istihkak davasının tabi olduğu zaman aşımı süresi de kötüniyetli davalılara karşı, iyi niyetli davalılara göre daha uzundur.

DÜRÜSTLÜK KURALI VE HAKKIN KÖTÜYE KULLANILMASI YASAĞI

Herkes haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır Bu hükümde, kişilere haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymaları yönünde bir emir verilmiştir; ama dürüstlük kurallarından ne anlaşılması gerektiğine ilişkin hiçbir tanım yapılmamıştır.

Dürüstlük: çeşitli hukuki ilişkiler söz konusu olduğunda, bu ilişkilerin birer tarafını oluşturup da mantıklı hareket edebilen, orta zekâlı ve namuslu bireylerin sergiledikleri, karşılıklı güven ihtiyacına, iş yaşamının gereklerine, genel ahlâk kurallarına, hatta geleneklere uygun davranış tarzıdır. Öyle ki, bu davranış tarzının gereği olarak oluşan ve herkesçe benimsenen kurallara dürüstlük kuralları denir.

Dürüstlük Kuralının Özelliği

Dürüstlük kuralı, iyiniyetten farklı olarak, subjektif değil, objektif bir nitelik taşır. Dürüstlük kuralına uyma zorunluluğu, sadece Medeni Hukuk alanında değil, Özel Hukuk’un tümünde geçerli bir ilkedir. Hatta Kamu Hukuku, özellikle İdare Hukuku, Medeni Yargılama Hukuku ve İcra ve İflas Hukuku alanında dürüstlük kuralının işlerlik kazandığı durumlar söz konusudur.

HAKKIN KÖTÜYE KULLANILMASI YASAĞI

Bir hakkın dürüstlük kuralına aykırı olarak kullanımı hakkın kötüye kullanılması demektir ve Türk Medeni Kanunu’nun 2. maddesinin ikinci fıkrasına göre, hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz. Hakkın kötüye kullanılmasından söz etmek için öncelikle ortada bir hakkın bulunması gerekir. Bu hakkın dürüstlük kuralına aykırı olarak kullanılması gerekir. Hakkın dürüstlük kuralına aykırı olarak kullanılmasından bir zarar doğmalıdır.

Hakkın Varlığı

Kişiler bazen, belli bir yönde davranmak konusunda hukuk düzenince yetkilendirilmiş olmadıkları, yani hiçbir hakları olmadığı hâlde, o yönde davranmış olabilirler. Bazen de haklarını kullanırken hukuk düzeninin çizmiş olduğu sınırları aşabilirler. Örneğin;Kendi arsası üzerine, imar kurallarının izin verdiği yüksekliği aşmayacak şekilde ve tamamıyla kurallara uygun olarak bir bina yaparsa hakkını kullanmış olur. Bir kişi arsası üzerine bina yaparken, imar kurallarını ihlal ederse, hakkının sınırlarını aşmış olduğundan, davranışı haksızdır.

Hakkın Dürüstlük Kuralına Aykırı Olarak Kullanılması

Haklar, toplumdaki mantıklı düşünen, ortalama zekâya sahip, namuslu bireyler tarafından da kullanılabilecekleri şekilde kullanılmalıdır. Hakkın kötüye kullanımı, çoğu zaman, hakkın amacına aykırı bir şekilde kullanımı anlamına gelir .

Hakkın Kötüye Kullanılmasının Yaptırımı

Hak kötüye kullanıldıysa hukuk düzenince korunmaz. Bu bazen kanunda öngörülen bazı özel yaptırımların, bazen de genel anlamdaki yaptırımların uygulanması anlamına gelir. Genel anlamdaki yaptırımlar; hakkını kötüye kullanan kişi davacıysa davasını reddetmek, davalıysa, davayı kabul etmek, kötüye kullanılan hak nedeniyle oluşan durumun eski hâline getirilmesini sağlamak, ortaya çıkan zararı hakkını kötüye kullanan kişiye tazmin ettirmek olabilir.

Kanunun Yorumlanmasında Dürüstlük Kuralı

Hâkim, yorum yaparken öncelikle kanunun amacını tespit edecek ve bu amaca uygun bir yorum yapacaktır. Ancak bu yeterli değildir; hâkim yaptığı yorumun gerçekten de kanunun amacına uygun olup olmadığını dürüstlük kuralının ışığında denetlemelidir. Öyle ki, kanunun kullandığı kavramların içini doldururken, yani onları yorumlarken ulaştığı sonucu, toplumdaki mantıklı düşünen, orta zekâlı, namuslu vatandaşların da kanunun amacıyla bağdaştıracağından emin olmalıdır.

Kanunların Tamamlanmasında ve Düzeltilmesinde Dürüstlük Kuralı

Hukuk boşluğu söz konusu olduğunda, kendisini kanun koyucu yerine koyarak hukuk yaratmak zorunda olan hâkim, yine dürüstlük kuralından yararlanacaktır. Hatta kanunda kıyasa elverişli bir kuralı araması dahi dürüstlük kuralının bir gereğidir.

Kıyas yoluyla bile uygulanacak bir çözüm olmadığında, kendisini kanun koyucu yerine koyacak olan hâkim, toplumun değerlerine ters düşmeyen, toplum tarafından benimsenebilecek bir kural koymaya çalışmalıdır.

Sözleşmelerin Kurulmasında Dürüstlük Kuralı

Sözleşmeler karşılıklı ve birbirine uygun irade açıklamalarıyla kurulurlar Bu durumda güven teorisi devreye girerek, belli bir davranışın irade açıklaması olarak yorumlanıp yorumlanamayacağına karar verilir ki, güven teorisi, makul, orta zekâlı, namuslu bir muhatabın, bildiği ve bilmesi gereken verilerin ışığı altında, belli bir davranışı irade açıklaması olarak nitelendirmekte haklı görülüp görülemeyeceği sorusunun yanıtlanmasını gerektirir. Bu ise, dürüstlük kuralının bir uygulamasından başka bir şey değildir.

Sözleşmelerin Yorumlanmasında Dürüstlük Kuralı

Sözleşmeler de tıpkı yazılı hukuk kuralları gibi yorumlanmaya muhtaçtır tarafların kullandıkları ifadelerin yeterince açık olmaması, tarafların bazen deneyimsizlik veya bilgisizlik nedeniyle ulaşmak istedikleri hukuki sonuçları ifade etmeye elverişli olmayan sözcükler kullanmaları tehlikesi çok daha yüksektir.

Bir sözleşmenin türünün ve içeriğinin belirlenmesinde ve yorumlanmasında, tarafların yanlışlıkla veya gerçek amaçlarını gizlemek için kullandıkları sözcüklere bakılmaksızın, gerçek ve ortak iradeleri esas alınır.

Sözleşmelerin Yeni Şartlara Uydurulmasında Dürüstlük Kuralı

Taraflar sözleşme yaparken gelecekte ortaya çıkabilecek ihtiyaçlarını ve değişiklikleri de hesaba katmaya çalışırlar. Bu yüzden yaptıkları bir sözleşmede birbirlerine verdikleri sözü ileride tutmak zor olmasın diye oldukça dikkatli davranırlar.

Tarafların sözleşmeyi kurarken birbirlerine verdikleri sözü tutmaları dürüstlük kuralının bir gereğidir.Türk Borçlar Kanununun 1 Temmuz 2012’de yürürlüğe GİRMİŞTİR.

Hukuki İşlemlerin Çevrilmesinde Dürüstlük Kuralı

Çevirme işleminde dürüstlük kuralı, orta zekâlı, mantıklı, namuslu kişilerin yaptıkları işlemin geçerli olmayacağını bilmeleri öteki işlemi yapmaya da razı olup olmadıklarını belirleme bakımından rol oynar .

Dürüstlük kuralı haklarımızı kullanırken ve borçlarımızı yerine getirirken uymamız gereken standartları belirler; ama gerek dürüstlük kuralının gerekse hakkın kötüye kullanılması yasağının işlevleri bununla sınırlı değildir.

Dürüstlük kuralına kanunların yorumlanmasında, tamamlanmasında, düzeltilmesinde; hukuki işlemlerin ve özellikle sözleşmelerin kurulmasında, yorumlanmasında; sözleşmelerin tamamlanmasında, yeni şartlara uyarlanmasında; hukuki işlemlerin çevrilmesinde, sözleşme öncesi ilişkilerin düzenlenmesinde ve yan yükümlülüklerin kabulünde de başvurulur .

HAKLARIN KORUNMASI

TALEP YETKİSİ

Talep yetkisi, ister alacak hakları bakımından söz konusu olsun ister diğer haklar, bu arada ayni haklar veya kişilik hakları bakımından söz konusu olsun, bu yetki hakkı korumaya hizmet eder ve hak sahibinin nispi haklarda belli bir kişiden mutlak haklar bakımından herkesten belli bir şekilde davranmasını isteyebilmesi anlamına gelir.

Medeni Hukuk alanında hakların korunması denilince akla ilk gelen yetki talep yetkisidir. Ancak çoğu olayda hakkın gereğini yerine getirmekle yükümlü olan veya hakkı ihlal eden kişi, kendisine yöneltilen talep yetkisine olumlu yanıt vermez. Bunun üzerine diğer hakkı koruyucu yetkilere başvurulması gerekecektir. Çok istisnai durumlarda hak sahibinin hakkını kuvvet kullanarak koruması da söz konusu olabilir. Yine yaygın olmayan bir koruma yolu, idari makamlara başvurmaktır. En yaygın olan yöntem ise dava açarak, hakkın korunması için Devletin yargı organlarından yardım istemektir

HAK SAHİBİNİN HAKKINI KUVVET KULLANARAK KORUMA YETKİSİ

Kişiler haklarını her durumda bizzat kuvvet kullanarak korumaya kalkışacak olurlarsa, kamu düzeni kısa sürede bozulacaktır. hakların bizzat kuvvet kullanarak korunmasının yasak olmasıdır. Buna bizzat ihkak-ı hak yasağı da denilir.

HAKLARIN İDARİ YOLDAN KORUNMASI

Kişilerin can ve mal güvenlikleri tehlike altında olduğu zaman, elbette ki, Devlet’in kolluk kuvvetlerine başvurma olanağı da vardır. Özellikle, kişilerin evlerinde veya iş yerlerinde huzur içinde yaşamalarını veya çalışmalarını engelleyecek şekilde taşkın davranışlarla karşılaştıkları durumlarda kolluk kuvvetlerine sıklıkla başvurdukları bilinmektedir. Biz burada, genel anlamda kolluk kuvvetlerine başvurmaktan öte, valilik ya da kaymakamlığa da başvurarak korunmanın istenebileceği bir duruma özel olarak değinmek istiyoruz. Bu da taşınmaz zilyetliğine yapılan tecavüzlerin önlenmesi için, illerde valilikten ilçelerde kaymakamlıktan koruma talep etmektir

DAVA

Dava, bir kişinin Devlet’in yargı organına, mahkemeye, başvurarak hukuki koruma istemesi demektir. Bu hukuki koruma bazen ihlal edilen veya ihlal edilme tehlikesi altında olan bir hakkın korunması, bazen varlığı tartışmalı hâle gelmiş olan bir hakkın veya hukuki ilişkinin tespiti, bazen de yenilik doğuran bir hakkın kullanılmasına mahkemenin de katılımı şeklinde ortaya çıkar.

Dava açarak mahkemeden hukuki koruma isteyen kişiye davacı, davacının hakkını tehlikeye attığı iddia edilen veya davacının hakkının olmadığını ileri süren yahut da ancak dava yoluyla kullanılabilecek olan yenilik doğuran hakkın muhatabı olan ve kendisine karşı dava açılmış olan kişiye de davalı denir.

Üç grupta ele alınabilir

Eda davaları, davacı, davalının bir şeyi yapmaya, yapmamaya veya vermeye mahkûm edilmesini ister. ÖRN;Bir eşyanın malikinden uzaklaştırılması söz konusu olmaksızın, malikin eşya üzerindeki yetkilerini kullanması zorlaştırıldığında malikin açabileceği dava da bir çeşit eda davasıdır .
Tespit davaları, belli bir hakkın veya hukuki ilişkinin varlığı konusundaki uyuşmazlık çözülür. Bir hakkın veya hukuki ilişkinin varlığını iddia eden kişi dava açmışsa olumlu (müspet) tespit davasından, bir hakkın veya hukuki ilişkinin mevcut olmadığını iddia eden kişi dava açmışsa olumsuz (menfi) tespit davasından söz edilir.
Yenilik doğuran davalar,davacının sahip olduğu ama kullanarak yeni bir hukuki durum yaratmak için mahkemelerin de katılımına ihtiyaç duyduğu yenilik doğuran hakların kullanılmasına hizmet ederler. Boşanma veya evliliğin iptali davası böyledir.
Davada Tarafların Karşılıklı Durumu

Çekişmeli yargı söz konusu olduğunda, davacı, davanın türüne göre, bir hakkının veya bir hukuki ilişkinin var olduğunu veya olmadığını, yenilik doğuran bir hakkı kullanması için gerekli koşulların oluştuğunu veya bir hakkın gereğinin yerine getirilmediğini, hakkının ihlal edildiğini veye ihlal edilme tehlikesi altında olduğunu iddia edecektir. Buna karşılık davalının kendisini savunması söz konusu olur. Bu savunma, davacının iddiasının yersiz olduğu yolunda ise, buna inkâr denilir.

Davalı bazen davacının iddiasını kısmen veya tamamen ikrar (davacının iddiasının haklı olduğunu ifade etmektir )eder.

Davalı tarafından başvurulabilecek savunma araçları itirazlar ve def’iler olmak üzere 2’ye ayrılırlar.

İtiraz, bir hakkın veya hukuki ilişkinin mevcut olmadığını, hiç doğmadığını, ya da çoktan sona erdiğini veya geçersiz olduğunu ileri sürerek yapılan bir savunmadır.
Def’i,
İspat :Tarafların üzerinde anlaşamadıkları ve aralarındaki uyuşmazlığın çözümünde etkili olabilecek çekişmeli olguların varlığı konusunda, karar verecek olan mahkemeyi usulüne uygun şekilde ikna etme faaliyetine ispat denir.

İspat Yükü

Temel Kural

Türk Medeni Kanunu’nun 6. maddesine göre, “kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, taraflardan her biri, hakkını dayandırdığı olguların varlığını ispatla yükümlüdür”. Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 190. maddesine göre de, “ispat yükü, kanunda özel bir düzenleme bulunmadıkça, iddia edilen vakıaya bağlanan hukuki sonuçtan kendi lehine hak çıkaran tarafa aittir

İSTİSNALAR

Kanun Tarafından Öngörülen İstisnalar :Gerek haksız fiilden doğan sorumluluk gerekse borca aykırılıktan doğan sorumluluk bir kusur sorumluluğudur. Yani her iki hâlde de tazminat ödenmesinin temel koşulu haksız fiil failinin veya borca aykırı davranmış olan borçlunun kusurlu olmasıdır. O hâlde, bir başkasının haksız fiili nedeniyle zarar gören kişi, zarar verenden tazminat istiyorsa, sadece davalının hukuka aykırı olarak kendisine zarar verdiğini değil, davalının eyleminin kusurlu olduğunu da ispatlamalıdır ki, mahkeme tazminata hükmedebilsin.
Dürüstlük Kuralından Doğan İstisnalar:Dürüstlük kuralından doğan bir istisna, ispat yükünü, delillere daha kolay ulaşabilecek olan tarafa yüklemektir. Bunun sonucu, olumlu olguları iddia eden kişinin ispat yükü altında kalmasıdır.
Kanuni Karinelerden Doğan İstisnalar :Kanuni bir karineye dayanan taraf, sadece karinenin temelini oluşturan vakıaya ilişkin ispat yükü altındadır. Kanunda öngörülen istisnalar dışında, karşı taraf, kanuni karinenin aksini ispat edebilir.Karine bilinen bir durumdan bilinmeyen bir durum hakkında sonuç çıkarmak demektir. Zihinsel faaliyeti kanun koyucu yapar ve ürettiği karineyi bir kanun hükmü hâline getirirse, o zaman kanuni bir karine ile karşı karşıyayız demektir. Fiili karineler, davada, hâkimin, bilinen bir olgudan bilinmeyen bir olgu hakkında sonuç çıkarmasıdır kanun koyucu, bir tarafa bu karineden yararlanma olanağı verirken, diğer tarafa bu karineyi çürütebilme yetkisini verir. Bu gibi kanuni karinelere, adi karineler deriz Kanuni karinelerin bir kısmı kesin nitelik taşır. Kesin kanuni karinelerin aksi ispatlanamaz.
İspat Araçları ve İspat Güçleri

İspat aracı olarak çeşitli delilleri düzenlemiştir. Bunlar belge ve senetler, yemin, tanık, bilirkişi incelemesi, keşif olarak sıralanabilir.

CEBRİ İCRA

Bir hakkın gereğini yerine getirmek zorunda olan kişi, daha hak sahibinin talep yetkisini kullanmasıyla, kendisine düşeni yapabilir. Bazı durumlarda kuvvet kullanılarak bazı durumlarda da idari makamlardan yardım alınarak da hakkın yerine getirilmesi sağlanabilir

Bu durumda cebri icra organlarına başvurmak gerekecektir. O hâlde cebri icra da hakkı korumanın bir yoludur. Bazı durumlarda cebri icraya başvurmak için önceden mahkemeye giderek dava açmak bile gerekmez. Bu yüzden bir mahkeme kararının yani ilamın gerekli olup olmamasına göre ilamlı icra ve ilamsız icradan söz edilir.

KİŞİLİĞİN BAŞLANGICI VE SONA ERMESİ

Medeni hukukun bölümlerinden biri de Kişiler Hukukudur. Medeni Kanun’un başlangıç hükümlerinden sonra gelen ilk kitabı da Kişiler hukuku kitabıdır. Kişiler hukuku gerçek ve tüzel kişilere ilişkin hükümler içermektedir.

GENEL HATLARIYLA KİŞİLER HUKUKU

Kişiler Hukukunun Medeni Kanunla İlişkisi ve Kapsamı

Kişiler hukukunun düzenlendiği temel kanun Medeni Kanun’dur. Medeni Kanunun başlangıç hükümlerinden sonra gelen ilk kitabı Kişiler hukukuna ayrılmıştır.

Kişi ve Kişilik Kavramları

Kişi Kavramı

Medeni Kanunun Kişiler hukuku kitabının ilk maddesi olan TMK m. 8, “Her insanın hak ehliyeti vardır” hükmü ile başlar. Bununla birlikte insan ve kişi kavramları özdeş kavramlar değildir. İnsanlar hukuktaki kişilerin sadece bir bölümünü oluştururlar.

Hukukta, kişi olmanın ölçüsü ya da anlamı insan olmak değil, haklara ve borçlara ehil olmak, yani haklara ve borçlara sahip olabilmektir. Bu bakımdan kişi, hukuk düzenince muhatap alınan, hak edinebilen ve borç altına da girebilen varlıkları ifade eder.

Gerçek ve Tüzel Kişiler

Hukukta kişiler gerçek ve tüzel kişiler olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Bu ikisinin dışında kalan bir kişilik türü yoktur.

Gerçek kişiler (hakiki şahıslar) ile insanların kişiliği kastedilir. Kölelik düzeninin ortadan kalkmasıyla, modern toplumlarda her insan, insan olmasından dolayı kişi sıfatını taşır olmuştur. Tüzel kişiler ise insanların dışında kalan çeşitli varlıklara kişilik tanınması ile ortaya çıkmıştır. Bunlara hükmi şahıslar da denmektedir.

Kişilik Kavramı

Kişi, hakların ve borçların muhatabı olan özneyi ifade ederken; kişilik, kişinin ehliyetlerini, kişilik alanına giren değerleri ve kişisel durumların toplamını anlatan bir kavramdır. Böylece bir kişinin; hangi işlemleri tek başına yapıp yapamayacağı, amcası ile olan hısımlığının derecesi, evli olup olmaması, yaşam ilişkilerini yoğunlaştırdığı yer ile bağlantısı, şerefi, namusu ve sağlığı gibi merkezinde kendisinin olduğu çeşitli ilişki, değer ve durumların tamamı geniş anlamda kişiliğin kapsamı içinde yer alır.

GERÇEK KİŞİLER

Kişiliğin Başlangıcı ve Sona Ermesi

Kişiliğin Doğumla Başlaması

kişilik, çocuğun sağ olarak tamamıyla doğduğu anda başlar. Sağ olarak tamamıyla doğumdan kasıt, anasından ayrıldıktan sonra çocuğun bir an dahi olsa yaşamsal fonksiyonlarının devam etmiş olmasıdır. Bu açıdan önemli olan, çocuğun hem ölü doğmamış hem de tamamıyla doğmuş, anasından ayrılmış olmasıdır.

Asıl kural, sağ olarak tamamıyla doğmak kişiliğin başlamasıdır. Bununla birlikte cenin için özel bir düzenlemeye gidilmiştir. Cenin, ana rahmine düşmüş çocuk demektir. Cenin hak ehliyetini ana rahmine düştüğü andan başlayarak elde eder (TMK m. 28/II). Ancak bu durumda da kişiliğin kazanılmasında doğum önemlidir. Zira sağ olarak tamamıyla doğum gerçekleşmezse, yani çocuk düşer ya da ölü doğarsa kişilik kazanılmış olmaz.

Kişiliğin Ölümle Sona Ermesi

Sağ olarak tamamıyla doğmakla başlayan kişilik, kişi sağ olduğu müddetçe devam eder, ölümle de sona erer. Ölümle birlikte artık kişinin haklara ve borçlara sahip olmasından söz edilemez.

Sağ Olmanın ve Ölümün İspatı

Nüfus Sicillerine Dayanarak İspat

Bir kişinin menfaatleri belirli bir zamanda, bir kimsenin sağ ya da ölü olmasından etkilenebilir. Yahut da bir kişinin hakları, bir başkasının ölümü anında bir diğerinin sağ olup olmamasına bağlı olabilir.

TMK m. 29’a göre, bir hakkın kullanılması için bir kimsenin sağ ya da ölü olduğunu, belirli bir zamanda ya da başka bir kimsenin ölümünde sağ bulunduğunu ileri süren kimse, bu iddiasını ispat etmek zorundadır. İspatta en önemli araç, nüfus sicilindeki kayıtlardır. Bir kişinin doğduğu ya da ölü olduğunun ispatı için bu kayıtlara dayanmak yeter. Ancak nüfus sicilinde kayıt yoksa ya da bulunan kaydın doğru olmadığı anlaşılırsa, gerçek durum her türlü kanıtla ispat edilebilir.

Kişiliğin sona erdiğinin ispatı için, doğal olarak, nüfusta sağ olarak gözüken bir kişinin artık ölü olduğunun ispatı gerekir. Bunun en kolay ve yaygın yolu ise bir kimsenin cansız bedeninin, yani cesedinin kanıt olarak ortaya konulmasıdır. Ancak öyle bazı durumlar olabilir ki, kişinin cesedine ulaşılamaz. Bazen de sorun, kişilerin ölü olduklarının ispatı ile değil, kimin kimden önce öldüğü ile ilgilidir. Tüm bunlar kişiliğin sona erip ermediğinde, miras ve diğer hakların kazanılması ve kaybedilmesinde önemlidir.

İşte bu gibi ispat sorunlarını aşmak üzere Kanun’da birtakım karineler öngörülmüştür. Bu karinelerden ilki kişiliğin sona ermesinin ispatında kolaylık sağlayan ölüm karinesidir. Gaiplik kararı da ölüme benzer sonuçlar doğurur ve kaybolan kişinin öldüğüne karine teşkil eder. Bir diğer karine ise birlikte ölüm karinesidir ki, birden fazla kişinin hangisinin önce hangisinin sonra öldüğünün belirlenmesinde yararlı olmaktadır.

Ölüm Karinesi

TMK m. 31’e göre, bir kimse, ölümüne kesin gözle bakılmayı gerektiren durumlar içinde kaybolursa, cesedi bulunamamış olsa bile gerçekten ölmüş sayılır. Ölüm karinesine dayanan tarafın artık ölümün varlığını ispatı gerekmez (Bu yolla ölümün varlığını ispatlamış olur).

Ölüm karinesine başvurulabildiği durumlarda, o yerin en büyük mülki amirinin emriyle kaybolan kişi hakkında nüfus kütüğüne ölü kaydı düşürülür. Kanun, ilgililere, bu kişinin ölü veya sağ olduğunun mahkemece tespitini isteyebilme hakkı da tanımıştır (TMK m. 44/I).

Gaiplik

Bazen kaybolmalar, kişinin ölümüne kesin gözle bakılmasını gerektirecek şekilde gerçekleşmez. Bu takdirde ölüm karinesinden yararlanılamaz. Ancak kanun koyucu, hakları ölüme bağlı olanlara bu gibi durumlarda da ispat kolaylığı tanımıştır.

Gaiplik hükümleri, cesedi bulunamayan bir kişinin ölüm tehlikesi içinde kaybolduğunun veya kendisinden uzun zamandan beri haber alınamadığının ispatlanması yoluyla onun hakkında gaiplik kararı alınmasını sağlar. Hakkında gaiplik kararı alınmış kimseye gaip denir.

Gaiplik Kararının Şartları

Gaiplik kararının alınabilmesi için iki şartın birlikte gerçekleşmesi gerekir. Öncelikle hakkında gaiplik kararı verilmesi istenen kişi ölüm tehlikesi içinde kaybolmuş veya kendisinden uzun zamandan beri haber alınamamış olmalıdır. İkinci olarak da bu kimsenin ölümü hakkında kuvvetli bir olasılığın varlığı gerekir.

Bir kimsenin ölümüne kuvvetli olasılık bulunsa da ölüm tehlikesi içinde kaybolmuş veya kendisinden uzun zamandan beri haber alınamamış olması tek başına gaipliğine karar verilmesine yetmez. Bu durumun belli bir süre devam etmiş olması da gerekir. Nitekim Kanun, gaiplik kararının istenebilmesi için, ölüm tehlikesinin üzerinden en az bir yıl veya son haber tarihinin üzerinden en az beş yıl geçmiş olmasını aramaktadır (TMK m. 33/I).

Gaipliğe Karar Verilmesinin Mahkemeden İstenmesi

Ölüm karinesine dayanılmasından farklı olarak, bir kimsenin kaybolması hâlinde gaipliğine karar verilebilmesi için mahkeme kararı gerekir. Bunun için, kişinin Türkiye’deki son yerleşim yeri; eğer Türkiye’de hiç yerleşmemişse nüfus sicilinde kayıtlı olduğu yer; böyle bir kayıt da yoksa anasının veya babasının kayıtlı bulunduğu yer

mahkemesinde dava açılması gerekir (TMK m. 32/II). Davaya bakmakla görevli mahkeme ise sulh hukuk mahkemesidir Hakları kaybolanın ölüme bağlı olan herkes gaiplik kararı verilmesi için mahkemeye başvurabilir. Başvuruda bulunmaya hakkı olanlara, kaybolanın ölümü hâlinde kendilerine miras payı düşecek olanlar, kaybolanın alacaklıları örnek gösterilebilir. Diğer yandan, TMK m. 588’e göre, sağ olup olmadığı bilinmeyen bir kimsenin mal varlığı veya ona düşen miras payı on yıl resmen yönetilirse ya da mal varlığı böyle yönetilenin yüz yaşını dolduracağı süre geçerse, Hazinenin istemi üzerine o kimsenin gaipliğine karar verilir.

Gaiplik istemi üzerine mahkeme, hemen gaiplik kararı veremez. Önce, akabinde altı ay beklenmesi gereken bir ilanda bulunur.

İlandan sonuç alınmaz, altı aylık süre içerisinde de kaybolan kişinin durumunda bir değişiklik olmaz ise, mahkemece gaiplik kararı verilir. Bu karar, hâkimin bildirmesi ile de ölüm kütüğüne kaydolunur (TMK m.45).

Böylece, ilan süresi ile birlikte hesaplandığında, ölüm tehlikesi içinde kaybolan bir kişinin gaipliğine karar verilebilmesi için geçmesi gereken asgari süre, (olay tarihinden itibaren) bir yıl altı aydır. Bu asgari süre, kendisinden uzun zamandır haber alınamayanlar içinse beş yıl altı ay olmaktadır.

Gaiplik Kararının Sonuçları

Gaiplik kararının verilmesiyle birlikte, hakkında gaiplik kararı verilmesi istenen kişi gaip konumuna geçer ve kişiliği son bulur. Gaiplik kararının varlığı kişinin öldüğüne karine teşkil eder ve artık ölüme bağlı haklar, aynen gaibin ölümü ispatlanmış gibi kullanılır (TMK m. 35).

Gaiplik kararı da ölüm karinesi gibi, bir kişinin ölümünün ispatında kolaylık sağlamaktadır. Ancak sonuçları açısından ikisi arasında farklar vardır. Zira ölüm karinesine göre, gaiplik hâlinde, gaibin geri dönme ihtimali çok daha fazladır. Bu durumun etkileri özellikle miras hukukunda görülür: Gerçi ölüm ve ölüm karinesinin uygulandığı hâllerde olduğu gibi, gaiplikte de miras bırakanın (gaibin) mal varlığı mirasçılarına geçer. Ancak gaiplikte, gaibin mirasçıları veya mirasında hak sahibi olan kişiler, tereke malları kendilerine teslim edilmeden önce, bu malları geri döndüğünde gaibe vereceklerine ilişkin güvence göstermek zorundadırlar. Güvencenin süresi; ölüm tehlikesi içinde kaybolma durumunda beş yıl, uzun zamandan beri haber alınamama durumunda on beş yıl ve herhâlde en çok gaibin yüz yaşına varmasına kadardır TMK m. 584/II).

Gerek ölüm gerekse ölüm karinesine dayanıldığı durumlarda, ölenin evliliği kendiliğinden sona erer. Oysa gaiplik evliliği kendiliğinden sona erdirmez. Gaiplik hâlinde evliliğin sona ermesi için, gaibin eşinin evliliğin feshini istemesi gerekir. Bunun için, gaibin eşi ayrı bir dava açabileceği gibi, gaiplik başvurusu sırasında da istemde bulunabilir. Ayrı bir dava ile evliliğin feshi isteniyorsa yetkili mahkeme, davacının (gaibin eşinin) yerleşim yeri mahkemesidir (TMK m. 131). Feshedilmedikçe evliliklerinin devam ediyor olması, gaibin eşini, gaibin mirasından pay almaktan, yani ona mirasçı olmaktan mahrum etmez.

Gaiplik kararı ölüm tehlikesinin gerçekleştiği veya son haberin alındığı günden başlayarak hüküm doğurur (TMK m. 35/I). Yani bir kere gaiplik kararı verilmekle kişi, bu kararın verildiği andan değil, ölüm tehlikesinin gerçekleştiği veya son haberin alındığı günden itibaren gaip olmaktadır. Bunun anlamı, gaiplik kararının geriye etkili olarak hüküm ifade etmesidir. Dolayısıyla gaibin mirasçılarının belirlenmesi gibi zamanın geçmesinden etkilenebilecek tüm durumlarda başlangıca gidilerek bu ana göre bir değerlendirme yapılmalıdır.

Birlikte Ölüm Karinesi

Bir kimsenin sağ olup olmadığının ya da ölüp ölmediğinin belirlenmesi kadar, ne zamana kadar sağ olduğunun veya ne zaman öldüğünün bilinmesi de önemlidir. Zira ölümle kişilik sona ereceğinden, bu andan sonra artık ölen açısından bir hakkın elde edilmesinden ya da bir borcun yüklenilmesinden söz edilemeyecektir.

TMK m. 29/II’ye göre, birden fazla kişiden hangisinin önce veya sonra öldüğü ispat edilemezse, hepsi aynı anda ölmüş sayılır. Buna birlikte ölüm karinesi denir. Böylece haklarında birlikte ölüm karinesine başvurulanlar, birinin ölümü anında diğeri sağ olmadığı için, birbirlerinin mirasçısı olamazlar.

Gerek ölüm karinesi gerekse gaiplik kararı gibi, birlikte ölüm karinesi de kesin karine olmayıp adi karine niteliğindedir. Dolayısıyla bu karinenin aksi her türlü delille ispatlanabilir

Yerleşim Yeri

Kavram ve Önemi

Hukukumuzda bir kişiye karşı açılacak davalar, kural olarak onun yerleşim yerinde açılır (Hukuk Muhakemeleri Kanunu m. 6/I). Gaiplik kararının neredeki mahkemeden isteneceği sorunu, gene kaybolan kişinin yerleşim yeri esas alınarak çözümlenir (TMK m. 32/II).

Miras, miras bırakanın yerleşim yerinde açılır. Miras bırakanın tasarruflarının iptali, tenkisi, mirasın paylaştırılması, miras sebebiyle istihkak davaları hep bu yerleşim yeri mahkemesinde görülür. Daha birçok konuda ve birçok hukuk dalında kişilerin yerleşim yeri esas alınmıştır.

Hukuki açıdan bu denli önemli olan yerleşim yerini Medeni Kanun; bir kimsenin sürekli kalma niyetiyle oturduğu yer olarak tanımlamaktadır (m. 19/I).

Yerleşim Yerine İlişkin Temel İlkeler

Yerleşim Yerinin Zorunluluğu İlkesi

TMK m. 19/I’de göre, bir kimsenin sürekli kalma niyetiyle oturduğu yerin yerleşim yeri olacağı hatırlandığında, yerleşim yerinin belirlenmesinde kişinin iradesinin, niyetinin önemi hemen göze çarpmaktadır. Ancak böyle bir irade ortaya koymayanlar ya da koyamayanlar için de Kanun bir yerleşim yerinin varlığının zorunlu tutmaktadır. Nitekim önceki yerleşim yeri belli olmayan veya yabancı ülkedeki yerleşim yerini bıraktığı hâlde Türkiye’de henüz bir yerleşim yeri edinmemiş olan kimsenin hâlen oturduğu yer, yerleşim yeri sayılır (TMK m. 20/II). Böylece iradi bir yerleşim yeri olmayanların veya bu yer belirlenemeyenlerin oturdukları yer, yani konutlarının bulunduğu yer yerleşim yerleri sayılmaktadır. TMK m. 21/I C.1’e göre yerleşim yeri belirlenemeyen çocukların da oturma yerleri yerleşim yerleri sayılır. Öte yandan yine Kanun gereği bir yerleşim yerinin değiştirilmesi yenisinin edinilmesine bağlıdır (TMK m. 20/I). Bu bakımdan kişinin sürekli kalma niyetiyle bir yerde oturmaktan vazgeçmesi her zaman mümkün olmakla birlikte, yenisini edinene kadar eski yerleşim yeri gene de yerleşim yeri olarak kabul edilecektir. Görüldüğü gibi, tüm bu hâllerde aslında kişinin yerleşim yeri olmayan bir yer böyle sayılmakta ve kimse yerleşim yersiz bırakılmamaktadır. Bu durum yerleşim yerinin zorunluluğu ilkesinin bir gereğidir.

Yerleşim Yerinin Tekliği İlkesi

Yerleşim yeri ilgili cevaplandırılması gereken bir başka nokta, acaba bir kişinin birden fazla yerleşim yerinin olup olamayacağıdır.

Yerleşim Yerini Edinme Şekilleri

İsteğe Bağlı Yerleşim Yeri

TMK m. 19/I’de yer alan kuraldır. Buna göre, bir yerde sürekli kalma niyetiyle oturmakla kişiler, kendi yerleşim yerlerini kendileri seçmiş olurlar.

Bir yerin isteğe bağlı yerleşim yeri, yani kişinin iradi yerleşim yeri olabilmesi için iki unsurun bir arada gerçekleşmesi gerekir. Bunlardan biri sübjektif diğeri ise objektiftir.

Sübjektif unsur, kişinin bir yerde sürekli kalma niyetinin varlığıdır.

Objektif unsur ise, bir yerde oturuyor olmaktır. Dolayısıyla kişinin hiç oturmadığı bir yerin, örneğin Malatya’daki bir kimse için İstanbul’un isteğe bağlı yerleşim yeri olması mümkün değildir.

Yasal Yerleşim Yeri

Asıl olan kişilerin yerleşim yerlerini kendilerinin seçmesi olmakla birlikte, bazı kişiler için Kanun bu kuraldan ayrılmıştır. Nitekim velayet ve vesayet altında bulunanlar için isteğe bağlı yerleşim yeri söz konusu olmaz.

Velayet altında bulunan çocukların yerleşim yerleri, ana ve babaların yerleşim yeridir (TMK m. 21/I).

Eşlerin ayrı yaşadığı durumlarda çocuğun kendisine bırakıldığı tarafın yerleşim yeri çocuğun da yerleşim yeridir. Boşanma veya evliliğin iptalinde ise önemli olan velayet hakkının kime bırakıldığıdır. Velayet hakkı ana-babadan kimdeyse, çocuğun yerleşim yeri de onun yerleşim yeridir. Çocuğun üzerinde ana ve babanın velayeti yok ve çocuk bunlardan birinin korumasında da değilse, artık çocuğun oturma yeri onun yerleşim yeri sayılacaktır ki daha önce bu takdirde itibari yerleşim yerinden söz edileceği belirtilmiştir.

Yasal yerleşim yerinin belirlenmesinde kişinin iradesine bakılmamaktadır.

GERÇEK KİŞİLERİN HAK VE FİİL EHLİYETLERİ

Gerek gerçek gerekse tüzel kişiler olsun kişinin söz konusu olduğu yerde, hukukta hak ve fiil ehliyetleri gündeme gelir. Ehliyet burada bir iktidara, bir güce işaret eder; bir iktidara, bir güce sahip olmayı anlatır. Hak ve fiil ehliyetleri, gerçek ve tüzel kişiler açısından kavram olarak aynıdır fakat bu iki kişi türüne göre farklı özellikler gösterir.

HAK EHLİYETİ

Kişilerin ehliyetlerinden söz edildiğinde de akla, hak ve fiil ehliyetleri gelir. Bu ikisi kişilik kavramının içinde değerlendirilir.

Hak ehliyeti denince, kişilerin haklara ve borçlara sahip olabilme yeteneği ya da iktidarı anlaşır. Bu anlamda, “Ali’nin hak ehliyeti vardır” demek, Ali bir hakkın sahibi ve bir borcun borçlusu olabilir demektir.

“Her insanın hak ehliyeti vardır” (TMK m.8) kuralı gereği, hukukumuzda her gerçek kişinin hak ehliyeti de kendiliğinden var olmaktadır. Hukukumuzda, hak ehliyeti olmayan bir kişi düşünülemez.

Her insanın sahip olabilmesi dolayısıyla, hak ehliyeti genellik göstermektedir. Bunu “bütün insanlar” diye başlayan, TMK m.8/II de teyit eder. Keza aynı fıkrada insanların haklara ve borçlara sahip olmada eşitliği de zikredilmiştir ki, hak ehliyetine sahip olmada insanlar arasında eşitlik esastır. Kişinin cinsiyeti, mal varlığı, dini, etnik kökeni, yaşı vb. özellikleri hak ehliyetinin durdurulması, sınırlanması ya da ortadan kaldırılmasına neden olamaz.

Hukuktaki birçok ilke gibi, buradaki eşitlik ilkesinin de bazı istisnaları vardır. Durumun özelliklerinden kaynaklanan böyle istisnaların olabileceği zaten m. 8/II’de “hukuk düzeninin sınırları içinde” eşitliğin söz konusu olabileceği ifade edilerek hükme alınmıştır.

Hak ehliyetinde eşitlik ilkesinden ayrılmanın gözlendiği hâller, hak ehliyetinin sınırlandığı ya da kısıtlandığı hâller olarak nitelendirilir. Bu sınırlandırmalar farklı nedenlerden doğabilir.

-Yaş bu nedenlerden biridir

Bir başka neden cinsiyet farklılığıdır. Günümüzde de erkek ve kadın açısından hak ehliyetinin farklı düzenlendiği durumlar vardır. Örneğin, boşanan bir erkek hemen ertesi gün evlenme hakkına sahipken, kadının evliliğinin sona ermesinin üzerinden üç yüz gün geçmeden evlenmesi yasaklanmıştır.

-Kamu haklarından yararlanmada da vatandaşlarla yabancılar arasında, yabancıların aleyhine ciddi sınırlamalar söz konusudur.

FİİL EHLİYETİ

Fiil (eylem) ehliyetine sahip olmak, kişinin kendi fiilleriyle hak edinebilmesi ve borç altına girebilmesini sağlar. Bir başka deyişle fiil ehliyeti, kişide bu gücün, bu kudretin olduğunu gösterir. Görüldüğü gibi, hak ehliyeti ile fiil ehliyetinin konusu başkadır. Hak ehliyeti, kimin haklara ve borçlara sahip olabileceği ile ilgilenirken, fiil ehliyeti hak ehliyetine sahip olanların kendi fiilleriyle haklara ve borçlara sahip olup olamayacağı ile ilgilenir. Nitekim üç yaşındaki bir çocuğun mirasçı olabilmesi ile kendisine kalan evi kendi iradesiyle satabilmesi farklı şeylerdir.

Fiil ehliyetinin, hukuki işlemlerle ilgili bu görünümüne hukuki işlem ehliyeti denmektedir.

Fiil ehliyetinin kapsamına; hukuki işlem ehliyeti, hukuka aykırı fiillerden sorumlu olma ehliyeti ve dava ehliyeti girmektedir.

Fiil Ehliyetinin Şartları

TMK m. 10’a göre, “Ayırt etme gücüne sahip ve kısıtlı olmayan her ergin kişinin fiil ehliyeti vardır”. Buradan fiil ehliyetinin şartları çıkarılabilir. Bunlar:

-Ayırt etme gücüne sahip olmak,

– Ergin olmak ve

– Kısıtlı olmamaktır.

Ayırt etme gücüne sahip olmak (Sezgin olmak)

Bu maddeye göre, “Yaşının küçüklüğü yüzünden veya akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk ya da bunlara benzer sebeplerden biriyle akla uygun biçimde davranma yeteneğinden yoksun olmayan herkes, ….. ayırt etme gücüne sahiptir.” Demek ki, ayırt etme gücünden (temyiz kudretinden) Kanun, akla uygun biçimde davranma yeteneğini anlamaktadır. Yaş küçüklüğü, akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk gibi nedenler bu akla uygun biçimde davranma yeteneğini etkiler.

Yaş küçüklüğü, akıl hastalığı, akıl zayıflığı, sarhoşluk, uyuşturucu düşkünlüğü vb. nedenler, herkeste akla uygun biçimde davranma yeteneğini aynı şekilde etkilemez. Dolayısıyla bunların muhakkak ayırt etme gücünü ortadan kaldırdığı söylenemez. Her olayda, kişinin durumuna, olayın özelliklerine göre ayırt etme gücünün olup olmadığı araştırılmalıdır.

Kişilerin, davranışlarının sonuçlarını kavrayabildikleri ve bu kavrayışa da uygun davranabildikleri durumlarda akla uygun biçimde davranma yeteneği vardır.

Diğer yandan, ayırt etme gücüne sahip olmak, akla uygun biçimde davranma yeteneğini gerektirir; yoksa gerçekten de ideal anlamda akla uygun biçimde davranılmasını şart koşmaz.

Ergin Olmak

Fiil ehliyetinin ikinci şartı ergin (reşit) olmaktır. Kişi on sekiz yaşını doldurmakla ergin olur (TMK m. 11/I). Burada dikkat edilmesi gereken, kişinin on sekiz yaşına girmesi ile değil, on sekiz yaşını doldurmasıyla ergin olduğudur. Görüldüğü gibi yaşla tam ehliyetli olmak arasında sıkı bir ilişki vardır. Bununla birlikte ergin olmanın tek yolu, belirli bir yaşın doldurulması değildir. Nitekim evlenme kişiyi ergin kılar (TMK m. 11/II). Evlenebilmek için on yedi yaşın doldurulması gerekir (TMK m. 124/I). Olağanüstü durumlarda ve pek önemli bir sebeple on altı yaşını doldurmuş olan erkek veya kadının evlenmesine de izin verebilir.

Kişi mahkeme kararı ile de ergin kılınabilir. Bunun için küçüğün isteği ve velisinin rızası gerekir. Veli yerine vasisi olan küçüklerde, vesayet dairelerinin izni de alınmalıdır (TMK m. 463). Vesayet daireleri vesayet makamı olan sulh hukuk mahkemesi ile denetim makamı olan asliye hukuk mahkemesidir. Ayrıca, ergin kılınma için, her halükârda küçüğün on beş yaşını doldurmuş olması gerekir.

Mahkeme kararı ile ergin kılınmada hâkimin takdir hakkı önem kazanır.

Görüldüğü gibi, iki durumda kişinin on sekiz yaşını doldurmadan önce erginlik kazanması mümkündür. Bu yüzden on sekiz yaşın doldurulması ile kazanılan erginliğe normal erginlik denirken, diğer iki durumu ifade etmek üzere erken erginlikten söz edilir. Erken erginlik de, hâliyle, kendi içinde evlenme ile erginlik ve yargısal erginlik (ergin kılınma) diye ikiye ayrılmaktadır.

Kısıtlı Olmamak

Kısıtlı (mahcur) olmak, yokluğu, yani gerçekleşmemiş olması aranan bir şarttır. Bundan dolayı da ilk ikisi fiil ehliyetinin olumlu şartları, kısıtlı olmamak ise bu ehliyet türünün olumsuz şartı olarak anılır.

Kısıtlama ergin gerçek kişilerde söz konusu olur. Dolayısıyla tüzel kişilerde veya ergin olmayan kişilerde kısıtlama söz konusu değildir. Kısıtlama kararı sulh hukuk mahkemesi tarafından Kanunun aradığı şartların varlığı hâlinde verilir. Kanunda kısıtlanma nedenleri dört başlık altında toplanmıştır

Akıl hastalığı veya akıl zayıflığı:
Maruz kaldığı akıl hastalığı veya akıl zayıflığı kişiyi, işlerini göremez ya da başkalarının güvenliğini tehlikeye sokar hâle getirirse, o kişi hakkında kısıtlama kararı verilir. Akıl hastalığı veya akıl zayıflığı nedeniyle korunması ve bakımı için kendisine yardım gerekenler de kısıtlanır.

Akıl hastalığı veya akıl zayıflığından dolayı kişinin kısıtlanabilmesi için, iş göremezlik veya başkalarının güvenliğini tehlikeye sokma ya da yardıma muhtaç olma hâlinin süreklilik arz etmesi gerekir.

Görevlerini yaparlarken vesayet altına alınmayı gerekli kılan bir durumun varlığını öğrenen idari makamlar, noterler ve mahkemelerin, bu durumu hemen yetkili vesayet makamına (sulh hukuk mahkemesi) bildirmek zorunluluğu vardır. Yetkili vesayet makamı kısıtlanacak kişinin yerleşim yerindeki vesayet makamıdır (TMK m. 411).

Kısıtlamayı haklı gösterir resmî sağlık kurulu raporu alınmadan, akıl hastalığı veya akıl zayıflığı nedeniyle bir kişinin kısıtlanmasına karar verilemez.

Savurganlık, alkol ve uyuşturucu madde bağımlılığı, kötü yaşama tarzı, kötü yönetim:
Tıpkı akıl hastalığı veya akıl zayıflığı gibi, kişinin savurganlığı, alkol veya uyuşturucu madde bağımlılığı, kötü yaşama tarzı veya mal varlığını kötü yönetmesi tek başına kısıtlılık nedeni değildir. Ancak bunlar dolayısıyla; kendisini veya ailesini darlık veya yoksulluğa düşürme tehlikesine yol açan ve bu yüzden devamlı korunmaya ve bakıma muhtaç olan ya da başkalarının güvenliğini tehdit edenler kısıtlanır.

Akıl hastalığı veya akıl zayıflığında hâkimin kısıtlanması istenen kişiyi dinleyip dinlememe konusunda takdir hakkı varken, ikincisinde böyle bir hakkı yoktur, kişi mutlaka dinlenmelidir.

Bir yıl veya daha uzun süreli özgürlüğü bağlayıcı cezaya mahkûm olma:
Bu nedenle kişinin kısıtlanabilmesi için, hakkında mahkûmiyet kararı verilmiş olması gerekir. Yani, bu kısıtlanma tutuklular için değil, hükümlüler için öngörülmüş bir yoldur. Bu nedenle, ceza mahkemesinde yargılaması devam eden bir kişinin tutuklulukta kalma süresi bir yıldan fazla olsa dahi kısıtlama kararı verilmez.

İstekte bulunma
Hukukumuzda, isteğe bağlı kısıtlanma hâli de vardır. Nitekim yaşlılığı, sakatlığı, deneyimsizliği veya ağır hastalığı sebebiyle her kişi kısıtlanmasını isteyebilir. İspat gerektirir.

Fiil Ehliyetlerine Göre Kişilerin Sınıflandırılması

Fiil ehliyeti açısından kişiler dört gruba ayrılmaktadır. Fiil ehliyeti tam olanlara, tam ehliyetliler denilmektedir. Bu mükemmellikten ayrılışlarına göre fiil ehliyeti açısından üç gruptan daha söz edilir ki, bunlar; sınırlı ehliyetli, sınırlı ehliyetsiz ve tam ehliyetsizlerdir.

Tam Ehliyetliler

Bu grup üyelerinin fiil ehliyetleri tam olup her türlü hukuki işlemi tek başlarına yapabilirler. Hukuka aykırı olarak başkalarına verdikleri zararlardan da sorumlu tutulurlar. Keza bu kişilerin dava ehliyetleri de tamdır. Dolayısıyla tam ehliyetler, ergin ve sezgin olup kısıtlı olmayan kişilerden oluşur.

Sınırlı ehliyetliler

Sınırlı ehliyetliler de ayırt etme gücüne sahip ve ergindir. Haklarında kısıtlılık kararı da yoktur. Bundan dolayı sınırlı ehliyetliler kural olarak, hukuki işlemlerini tek başlarına yaparlar, hukuka aykırı eylemlerinden sorumlu tutulurlar ve dava ehliyetine sahiptirler. Ancak sınırlı ehliyetliler, tam ehliyetlilerden farklı olarak kendilerine yasal danışman atanan kişilerdir ve Kanunda yazılı işlemlerin yapılması açısından bu durum onların fiil ehliyetini tam ehliyetlilerden ayırır.

Kanunda yazılı işlemler şunlardır (TMK m. 429):

– Dava açma ve sulh olma,

– Taşınmazların alımı, satımı, rehnedilmesi ve bunlar üzerinde başka bir ayni hak kurulması,

– Kıymetli evrakın alımı, satımı ve rehnedilmesi,

– Olağan yönetim sınırları dışında kalan yapı işleri,

– Ödünç verme ve alma,

– Anaparayı alma,

– Bağışlama,

– Kambiyo taahhüdü altına girme,

– Kefil olma.

Bu işlemlerdeki rolleri açısından yasal danışmalar; oy danışmanı, yönetim danışmanı ve karma danışman olmak üzere üçe ayrılır.

Oy danışmanlığında, sınırlı ehliyetli yukarıdaki işlemleri yasal danışmanının görüşünü almadan yapamaz.

Yönetim danışmanlığında ise, aynı işlemler için bir kimsenin mal varlığını yönetme yetkisi, gelirlerinde dilediği gibi tasarruf hakkı saklı kalmak üzere kaldırılmaktadır. Yönetim danışmanlığında sınırlı ehliyetlinin bu işlemleri yapma yetkisi kalkmaktadır. Dolayısıyla işlemler yönetim danışmanı tarafından gerçekleştirilir.

Karma danışmanlık ise oy danışmanlığı ile yönetim danışmanlığının bir arada bulunduğu durumlarda söz konusu olmaktadır.

Sınırlı ehliyetlilere yasal danışman atanmasının nedeni onların menfaatlerinin korunmasıdır. Nitekim bu durum Kanunda “Kısıtlanması için yeterli sebep bulunmamakla beraber korunması bakımından fiil ehliyetinin sınırlanması gerekli görülen” ifadeleri ile anlatılmak istenmiştir.

Sınırlı Ehliyetsizler

Sınırlı ehliyetsizler, ayırt etme gücüne sahip olmakla birlikte, ergin olmayan ya da kısıtlı olan kişilerin bulunduğu gruptur(çocuk).

Sınırlı ehliyetsizlerin kanuni (yasal) temsilcileri bulunur. Ayırt etme gücüne sahip küçüklerin yasal temsilcileri velileridir, yani ana-babalarıdır. Velayet hakkı ana-babadan yalnız birinde de bulunabilir. Velisi bulunmayan küçüklerle, kısıtlılara ise vasi atanır. Ayrıca vesayette vasinin yanı sıra vesayet daireleri de devreye girer. Daha önce değinildiği gibi, bunlar; vesayet makamı olan sulh hukuk mahkemesi ile denetim makamı olan asliye hukuk mahkemeleridir.

Sınırlı Ehliyetsizlerin Hukuki İşlem Ehliyeti

Sınırlı ehliyetsizlerin tek başlarına yapamayacakları işlemler

Kural olarak sınırlı ehliyetsizler kendilerini borç altına sokan işlemleri yasal temsilcilerinin rızası olmaksızın yapamazlar. Rıza, yukarıda açıklandığı gibi, izin ya da icazet şeklinde olabilir. Eğer önceden izin alınarak işlem yapılıyorsa, işlem geçerli olup sözleşmenin iki tarafını da bağlar. Önceden izin alınmaksızın yapılan bir işlemle sınırlı ehliyetsiz kendini borç altına sokuyorsa, bu takdirde, işlem tek taraflı bağlamazlık yaptırımına tabi olur ve veli ya da vasiden icazet alınmadıkça sınırlı ehliyetsizi bağlamaz. İcazet verilmesi üzerine işlem geçerli hâle gelirken, aksi durumda geçersiz olur. Yasal temsilcilerinin icazetine kadar, sınırlı ehliyetsizlerin işlemleri askıda kalır. Bekleme süresi icazet verilmesi ya da verilmemesi ile sonuçlanır. Bekleme süresi sınırsız değildir: Gecikme hâlinde, yapılan işlem diğer tarafın belirlediği veya başvurusu üzerine hâkimin belirleyeceği uygun bir süre içinde onanmalıdır.

Vesayet altındaki kişi, fiil ehliyetine sahip olduğu hususunda işlem yaptığı kişiyi yanıltmış ise, onun bu yüzden uğradığı zarardan sorumlu olur.

Sınırlı ehliyetsizleri borç altına sokan işlemi doğrudan veli ya da vasi de yapmış olabilir. Bu durumda işlemin tarafı olarak haklar ve borçlar sınırlı ehliyetsize ait olur.

Sınırlı ehliyetsizleri borç altına sokacak bazı işlemlerin yapılması kesin olarak yasaklanmıştır. Bu işlemler, vakıf kurma, bağışlama ve kefalettir. Bir başka deyişle sınırlı ehliyetsiz yasal temsilcisinin rızası olsa da vakıf kuramaz, bağışlamada bulunamaz ve kefil olamaz (TMK m. 449).

Sınırlı ehliyetsizler adına bazı işlemlerin yapılabilmesi için ise, sadece vasinin değil vesayet dairelerinin de işleme dâhil olması gerekir.

Aşağıdaki hâllerde vasinin yanı sıra vesayet makamının da (yetkili sulh hukuk mahkemesinin de) izni gereklidir (TMK m. 462):

– Taşınmazların alımı, satımı, rehnedilmesi ve bunlar üzerinde başka bir ayni hak kurulması,

– Olağan yönetim ve işletme ihtiyaçları dışında kalan taşınır veya diğer hak ve değerlerin alımı, satımı, devri ve rehnedilmesi,

– Olağan yönetim sınırlarını aşan yapı işleri,

– Ödünç verme ve alma,

– Bir yıl veya daha uzun süreli ürün ve üç yıl veya daha uzun süreli taşınmaz kirası sözleşmeleri yapılması,

– Vesayet altındaki kişinin bir sanat veya meslekle uğraşması,

– Acele hâllerde vasinin geçici önlemler alma yetkisi saklı kalmak üzere, dava açma, sulh olma, tahkim ve konkordato yapılması,

– Mal rejimi sözleşmeleri, mirasın paylaştırılması ve miras payının devri sözleşmeleri yapılması,

– Borç ödemeden aciz beyanı,

– Vesayet altındaki kişi hakkında hayat sigortası yapılması,

– Çıraklık sözleşmesi yapılması,

– Vesayet altındaki kişinin bir eğitim, bakım veya sağlık kurumuna yerleştirilmesi,

– Vesayet altındaki kişinin yerleşim yerinin değiştirilmesi.

Aşağıdaki hâllerde ise vasi ve vesayet makamından başka denetim makamının da (yetkili asliye hukuk mahkemesinin de) izni gereklidir (TMK m. 463):

– Vesayet altındaki kişinin evlat edinmesi veya evlat edinilmesi,

– Vesayet altındaki kişinin vatandaşlığa girmesi veya çıkması,

– Bir işletmenin devralınması veya tasfiyesi, kişisel sorumluluğu gerektiren bir ortaklığa girilmesi veya önemli bir sermaye ile bir şirkete ortak olunması,

– Ömür boyu aylık veya gelir bağlama veya ölünceye kadar bakma sözleşmeleri yapılması,

– Mirasın kabulü, reddi veya miras sözleşmesi yapılması,

-Küçüğün ergin kılınması,

– Vesayet altındaki kişi ile vasi arasında sözleşme yapılması.

Vesayet dairelerinin izni alınmadan yapılan işlemlerin akıbeti, tıpkı vasinin rızası alınmadan yapılan işlemler gibidir (TMK m. 465).

Sınırlı ehliyetsizlerin tek başlarına yapabilecekleri işlemler

Sınırlı ehliyetsizler kendilerini borç altına sokmayan işlemleri tek başlarına yapabilirler. Sınırlı ehliyetsizleri borç altına sokmayan işlemler, onlara karşılıksız kazandırma sağlayan işlemlerdir. Bu işlemlerin başlı çaları; bağışlama, ibra, kefalet alacaklısı olma, alacağın temliki yani alacağı devralmadır.

Ancak, kendilerine yapılan bağışları tek başlarına kabul edebilirler. Bunun için yasal temsilcilerinin rızasına gerek yoktur. Ancak, yasal temsilci bu durumda dahi sınırlı ehliyetsizi bağışlamayı kabulden men edebilir; eğer bağışlanan şeyi almışsa geri vermesini isteyebilir.

Bağışlama sözleşmedir. Tek taraflı bir işlem değildir. Sınırlı ehliyetsizlerin kendi başlarına yapabilecekleri tek taraflı işlemler de vardır. Kural aynıdır. Bu işlemin sınırlı ehliyetsize bir borç doğurmaması gerekir.

Sınırlı ehliyetsizler, serbest mallarını, yani kendi tasarruflarına bırakılmış olan mallar ile vasinin izniyle çalışarak kazandıkları malları serbestçe yönetir ve kullanırlar (TMK m. 455). Ana ve baba tarafından bir meslek veya sanat ile uğraşması için çocuğa kendi malından bir kısım verilirse bu malın yönetimi ve ondan yararlanma hakkı çocuğa (ayırt etme gücüne sahip küçüğe) ait olur. Yine çocuğun kendi kişisel kazancı üzerinde yönetim ve yararlanma hakkı vardır, kazancını dilediği gibi kullanabilir

Sınırlı ehliyetsizler kişiye sıkı sıkıya bağlı hakları kural olarak tek başlarına kullanırlar. Özelliklerinden dolayı yasal temsilcilerin bunlara müdahalesi kural olarak söz konusu olmaz. Böylece sınırlı ehliyetsiz; yargısal erginliğine karar verilmesini isteme, boşanma davası açma, eşinin zina fiilini affetme, kişilik haklarına aykırılıktan dolayı manevi tazminat

davası açma vb. kişiye sıkı sıkıya bağlı haklarını yasal temsilcinin rızasına ihtiyaç duymaksızın kullanabilecektir. Ancak evlenme gibi yine kişiye sıkı sıkıya bağlı bazı hakların kullanılmasında işlemin öneminden dolayı yasal temsilcinin rızasının alınması öngörülmüştür.

Sınırlı Ehliyetsizlerin Hukuka Aykırı Fiillerinden Sorumlu Olma Ehliyeti

TMK m.16/II’ye göre, ayırt etme gücüne sahip küçükler ve kısıtlılar haksız fiillerinden sorumludurlar. Başkalarına verdikleri zararlar sınırlı ehliyetsizin mal varlığından karşılanır.

Sınırlı Ehliyetsizlerin Dava Ehliyeti

Sınırlı ehliyetsizlerin dava ehliyeti ile hukuki işlem ehliyeti arasında sıkı bir ilişki vardır. Kendi yapabilecekleri işlemlerle ilgili dava ehliyetleri de vardır.

Haksız fiilleri ile ilgili olarak da dava ehliyetleri bulunmaktadır.

Tam Ehliyetsizler

Fiil ehliyetinin üç şartından en önemlisi ayırt etme gücüne sahip olmaktır. Ayırt etme gücüne sahip olmayanların fiilleri hukuki sonuç doğurmaz.

Tam Ehliyetsizlerin Hukuki İşlem ve Dava Ehliyeti

Tam ehliyetsizlerin hukuki işlem ehliyeti olmadığından, bunların adına işlemleri yasal temsilcileri yapar. Tam ehliyetsizlerin bizzat işlem yapması hâlinde ise işlemin herhangi bir geçerliliği olmaz; baştan itibaren geçersizdir, batıldır.

Ayırt etme gücünden geçici yoksunluk durumlarında da kişilerin yaptığı işlemlerin geçerli olmayacağını burada önemine binaen belirtmek gerekir. Örneğin, aldığı alkolden dolayı geçici olarak ayırt etme gücünü kaybeden bir kişinin yaptığı sözleşmenin ya da vasiyetnamenin bir geçerliliği olmaz.

Tam ehliyetsizlerin dava ehliyeti de yoktur.

Tam Ehliyetsizlerin Hukuka Aykırı Fiillerinden Sorumlu Olma Ehliyeti

Ayırt etme gücü olmayanların hukuka aykırı fiillerinden kural olarak sorumluluğu olmaz. Zira hukuka aykırı fiillerden sorumluluk kusurlu olmayı gerektirir. Kendisine kusur isnat edilemeyen kişilere bu yüzden sorumluluk yüklenmemektedir. Bu kuralın bazı istisnaları vardır

-Hakkaniyet sorumluluğunun söz konusu olduğu durumlarda, tam ehliyetsiz, yapmış olduğu haksız fiilden doğan zararları kısmen ya da tamamen tazmin etmek zorunda kalır.

– Kanun gereği kişilerin kusurları olmasa da doğan zarardan sorumlu tutulabildikleri başka durumlar da vardır. Örneğin, adam çalıştıran, çalıştırdığı kişilerin çalışmaları sırasında başkalarına verdikleri zararlardan onlarla birlikte sorumlu olur (TBK m. 66). Yapı malikinin sorumluğu gibi diğer kusursuz sorumluluk hâllerinde de tam ehliyetsizlerin sorumluluğu doğacaktır.

Ayırt etme gücünün geçici olarak kaybedenler verdikleri zararlardan sorumlu olurlar. Ancak bu durumda düşmekte kusurları yoksa hukuka aykırı fiillerinden sorumlulukları olmaz (TBK m. 59). Aldığı uyuşturucu sonucu bir başkasının aracını yakan kişi doğan zarardan sorumludur. Fiili işlerken ayırt etme gücünün olmadığına dayanarak sorumluluktan kurtulamaz. Ancak bir başkasının zorla enjekte ettiği madde sonucu bu duruma düştüğünü ispat ederse sonuç farklı olacaktır: Verdiği zarardan sorumlu tutulmayacaktır.

HISIMLIK

Öncelikle belirtmek gerekir ki, hısımlık sadece gerçek kişiler açısından söz konusu olur. Tüzel kişilerin kendi arasında ya da tüzel kişilerle gerçek kişiler arasında hısımlık olmaz.

1)KAN HISIMLIĞI: Kan hısımlığı aralarında kan bağı bulunan kişiler arasındaki hısımlıktır. Biri diğerinden gelen kişiler arasındaki hısımlığa üstsoy-altsoy hısımlığı; biri diğerinden gelmeyip de ortak bir kökten gelen kişiler arasındaki hısımlığa ise yansoy hısımlığı denir.

Üstsoy-Altsoy Hısımlığı

Ana ya da baba ile çocuk, dede ile torun gibi kişiler arasındaki hısımlık üstsoy-altsoy hısımlığıdır. Buna eski dilden gelme tabiriyle usul-füru hısımlığı da denir. Üstsoy-altsoy arasındaki hısımlığa düz çizgi (düz hat) hısımlığı da denir. Baba çocuğa göre üstsoy iken, kendi babasının altsoyudur. Üstsoy-altsoy hısımlığı adı da buradan gelmektedir. Doğaldır ki, birbirinden gelenlerin tamamının arasında üstsoy-altsoy hısımlığı bulunur. Yani, büyükbabanın babası, büyükbaba, baba, çocuk ve onun çocuğu (torun) arasındaki ilişki hep üstsoy-altsoy hısımlığıdır. Büyükanne ile örneğin, torununun çocuğu arasındaki ilişki de böyledir.

Yansoy Kan Hısımlığı

Kişiyle babası gibi, sadece birbirinden gelenler arasında kan hısımlığı yoktur. Örneğin, kişinin kardeşiyle arasında böyle bir üstlük-altlık ilişkisi bulunmasa bile birbirlerinin kan hısımı oldukları, aralarında soydan gelen bir yakınlık olduğu şüphesizdir. Bunun gibi, teyze ile yeğen arasında da gene böyle bir yakınlık ilişkisi vardır. İşte, birbirinden gelmeyip de ortak bir soydan gelenler arasındaki hısımlığa yansoy (kan) hısımlığı denir. Aynı anlama gelmek üzere bazen, civar hısımlığından da söz edilir.

Ortak soyu oluşturan kişilerde tam kan yansoy hısımlığından söz edilir. Eğer ortak soyu oluşturan kişilerden sadece birinden gelen bir kan bağı, bir buluşma noktası var ise, bu takdirde de yarım kan yansoy hısımlığı söz konusu olur

2)KAN BAĞINA DAYANMAYAN HISIMLIK: Kan bağına dayanmayan hısımlık ilişkisi evlilikten ve evlat edinmeden doğar. Evlenmeden doğan hısımlığa kayın hısımlığı (sıhrî hısımlık), evlat edinmeden doğan hısımlığa ise yapay hısımlık da denmektedir.

Kayın Hısımlığı

Evlilikle kişiler arasında bir yakınlaşma olur. Kanun koyucu da hısımlık ilişkisi açısından bu yakınlığı göz ardı etmemiştir. Ancak hukuki anlamda hısımlıkla halk arasındaki kayın hısımlığı aynı değildir. Örneğin, toplumumuzda dünürlerin, yani evlenenlerin ana-babalarının arasında ciddi bir hısımlık ilişkisi kabul edilirken, hukuken dünürler arasında bir hısımlık yoktur. Sadece, eşlerden biri ile diğer eşin kan hısımları, aynı tür ve dereceden kayın hısımları olur. Evlilikten dolayı eşler arasında hısımlık doğmaz. Hısımlık, gereği, eşlerden biri ile diğerinin kan hısımları arasında doğar. Kayın hısımlığının bir başka özelliği, kendisini meydana getiren evliliğin sona ermesiyle ortadan kalkmamasıdır. Demek ki, evlilik; boşanmayla, eşlerden birinin ölümüyle, evliliğin iptali vb. nedenlerle sona erse de bir kere doğmuş olan kayın hısımlığı artık sona ermeyecektir. Bununla birlikte, evlilik sona erdikten sonra, artık o evlilikten dolayı yeni kayın hısımlıkları doğmaz.

Evlat Edinmeden Doğan (Yapay) Hısımlık

Çocukla ana-babası arasındakine benzer bir bağ kuran evlatlık ilişkisi, kan bağına dayanmadığı için yapay ya da yapmacık (cali) hısımlık olarak adlandırılmaktadır. Yapay hısımlıkta, öğretideki bir görüşe göre evlat edinen ile evlatlık ve onun altsoyu arasında hısımlık ilişkisi doğar. Öğretideki diğer bir görüşe göre ise, yapay hısımlıkta sadece evlatlık ile evlat edinen arasında bir hısımlık vardır. Evlat edinen ile evlatlığın üstsoyu yani ana-babası, büyükbaba-büyükannesi ve diğerleri birbirlerine hısım değildir. Evlat edinenle evlatlığın yansoy hısımları da hısım olmazlar. Diğer iki hısımlık türünden farklı olarak, evlat edinmeden doğan hısımlık sonradan ortadan kalkabilir. Yapay hısımlığın sona ermesi, evlatlık ilişkisinin sona ermesi ile olur.

HISIMLIK DERECESİNİN BELİRLENMESİ

Kan hısımlığının derecesi, hısımları birbirine bağlayan doğum sayısıyla belli olur. Böylece hısımlık dereceleri belirlenmek istenen iki kişinin arasındaki doğum sayıları bulunduğunda birbirlerine olan yakınlıkları da ortaya çıkmış olur. Doğum sayısı ne kadar azalırsa yakınlık o derece artar. Doğum sayısı ne kadar fazla ise yakınlık o derece azalır. En yakın yansoy hısımlığı kardeşler arasındaki hısımlıktır.

HISIMLIĞIN ÖNEMİ

Hukukta kişiler arasında hısımlığın bulunması bazı durumlarda önemlidir. Bu gibi durumlarda, hısımlığa özel sonuçlar bağlanır ya da hısımlar arasındaki hukuki işlem veya fiiller, hısım olmayanlar arasında yapılanlardan farklı sonuçlar doğurur.

Medeni hukukta;

-Hiçbir dernek üyesi, dernek ile kendisi, eşi, üstsoyu ve altsoyu arasındaki bir hukuki işlem veya uyuşmazlık konusunda alınması gereken kararlarda genel kurulda oy kullanamaz (TMK m.82/I).

-Belirli bir dereceye kadar olan kan hısımlığı, kayın hısımlığı ve evlat edinmeden doğan hısımlık evlenmeye engeldir (TMK m. 129). Yani bu kişilerin birbirleriyle evlenmesi yasaklanmıştır.

-Herkes, yardım etmediği takdirde yoksulluğa düşecek olan üstsoyu ve altsoyu ile kardeşlerine nafaka vermekle yükümlüdür (TMK m. 364).

-TMK m. 367’ye göre, evi yönetme yetkisi ev başkanındadır ve bu yetki kan ve kayın hısımlığı ilişkisi içinde ev halkı olarak bir arada yaşayanları da kapsar.

-Bir malın veya hakkın başkalarına geçmemek üzere aynı soydan gelenlere kuşaktan kuşağa kalacak şekilde vakıf kurma yoluyla ya da başka bir yolla özgülenmesi yasaktır (TMK m. 372).

-Hısımlar, kendilerine geçen mirasın tamamı veya bir bölümüyle ya da ortaya başka mallar koymak suretiyle aralarında bir aile malları ortaklığı kurabilirler (TMK m. 373 vd).

-Aile yurdu kurulduğu takdirde (TMK m. 386 vd), şartları varsa malikin; üstsoyunu, altsoyunu ve kardeşlerini yurda kabul etmesine mahkemece karar verilebilir (TMK m. 392).

-Vesayet altına alınacak kişinin eşi ve yakın hısımları, vasiliğe atanmada önceliğe sahiptir. Vesayet makamı, vasilik şartlarına sahip olmaları kaydıyla eş veya yakın hısımlardan birini bu göreve atar (TMK m. 414).

-Aile vesayeti (özel vesayet), vesayet altına alınan kişinin iki yakın hısımının veya bir hısımı ile eşinin istemi üzerine kurulur ve aile meclisi vesayet altındaki kişinin hısımlarından seçilir (TMK m. 398 vd).

-Kişilerin ölenin mirasından pay alıp almayacakları veya ne kadar alacakları hususunda hısımlık ve hısımlığın derecesi çok önemlidir. Hatta miras bırakan, bazı yakın hısımlarının mirasından pay almasını engelleyemez (TMK m. 495 vd, 505).

Usul (Yargılama) hukuklarında;

-Gerek Medeni usul hukukunda gerekse Ceza usul hukukunda, taraf, şüpheli veya sanıkla belirli derecede hısımlığı olanlara tanıklıktan kaçınma hakkı tanınmıştır. Örneğin Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na göre, kişi; kan hısımlığından veya kayın hısımlığından üstsoy veya altsoyu, üçüncü derece de dâhil olmak üzere kan veya kendisini oluşturan evlilik bağı ortadan kalkmış olsa dahi kayın hısımları ve bir de aralarında evlâtlık bağı bulunanlar ile ilgili meselelerde tanıklıktan kaçınabilir (HMK m. 248; karşılaştırınız Ceza Muhakemesi Kanunu m. 45).

– Hâkimler; kan hısımlığından veya kayın hısımlığından üstsoy veya altsoyu, üçüncü derece de dâhil olmak üzere kan veya kendisini oluşturan evlilik bağı kalksa dahi kayın hısımlığı bulunanlar ve bir de aralarında evlatlık bağı bulunanlar ile ilgili meselelerde davaya bakamazlar. Bu kişilerin davacı veya davalı ya da şüpheli, sanık veya mağdur olduğu tüm davalarda bu yasak uygulanır (HMK m. 34, karşılaştırınız CMK m. 22).

-Görüldüğü gibi, yukarıda sayılanlar hariç, hâkim hısımlarının davalarına da bakabilir. Ancak, hâkime, (Medeni usul hukukunda) davacı veya davalı tarafla arasında dördüncü dereceye kadar (bu derece dâhil) yansoy hısımlığı varsa, davaya bakmama hakkı tanınmıştır. Keza bu durumda taraflardan biri de hâkimi reddedebilir (HMK m. 36).

Ticaret hukukunda;

– Anonim şirketlerdeki yönetim kurulu toplantılarına ilişkin Türk Ticaret Kanunu m. 393’e göre, yönetim kurulu üyesi, alt ve üst soyundan birinin ya da eşinin yahut üçüncü derece dâhil üçüncü dereceye kadar kan ve kayın hısımlarından birinin, kişisel ve şirket dışı menfaatiyle şirketin menfaatinin çatıştığı konulara ilişkin müzakerelere katılamaz (ayrıca bk. TTK m. 400).

Ceza hukukunda;

Hısımlık önemli bir rol oynar. Kişiye karşı şiddet içeren suçların yakın hısımlara karşı işlenmesi genelde cezayı artırırken; mal varlığına ilişkin suçlarda hısımlık cezanın azalmasına ya da ortadan kalkmasına neden olur:

-Birini kasten öldüren kişi müebbet hapis cezası alırken, üstsoy veya altsoyundan birini veya kardeşini öldüren kişi ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası ile cezalandırılır (TCK m. 81-82).

-Birini kasten yaralayan kişi bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılırken; üstsoy veya altsoyundan birini veya kardeşini yaralayan kişinin cezası yarı oranında artırılır (TCK m. 86).

-Birine karşı eziyet suçunu işleyen kişi iki yıldan beş yıla kadar hapis cezasına çarptırılırken, üstsoy veya altsoya, babalık veya analığa karşı aynı fiili işleyenler hakkında üç yıldan sekiz yıla kadar hapis cezasına hükmolunur (TCK m. 96).

-Birine karşı cinsel saldırıda bulunan, iki yıldan yedi yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Suçun üçüncü derece dâhil kan veya kayın hısımlığı ilişkisi içinde bulunan bir kişiye karşı işlenmesi hâlinde verilen ceza yarı oranında artırılır (TCK m. 102).

-Çocuğu cinsel istismar suçunun; üstsoy, ikinci veya üçüncü derecede kan hısımı, üvey baba veya evlat edinen tarafından işlenmesi verilecek cezayı yarı oranında artırır (TCK m. 103).

-Cinsel taciz suçunun alt sınırı üç aydan başlamakla birlikte, bu suçun aile içi ilişkiden kaynaklanan nüfuz kötüye kullanılmak suretiyle işlenmesi hâlinde faile bir yıldan az ceza verilmez (TCK m. 105).

-Kişiyi hürriyetinden yoksun kılma suçunun cezası bir yıldan beş yıla kadar hapistir. Bu suçun üstsoy veya altsoya karşı işlenmesi hâlinde ceza bir kat artırılır (TCK m. 109).

Buna karşılık,

-Hırsızlık, kullanma hırsızlığı, mala zarar verme, hakkı olmayan yere tecavüz, güveni kötüye kullanma, bedelsiz senedi kullanma, dolandırıcılık gibi bazı mal varlığına ilişkin suçların;

i-üstsoy-altsoy,

ii-bu derecede kayın hısımlarından biri veya

iii-evlat edinen veya evlatlığın zararına olarak işlenmesi hâlinde, ilgili akraba hakkında cezaya hükmolunmaz (TCK m. 167). Yani babasının cebinden para çalan evlat hakkında hırsızlıktan dolayı ceza verilmemektedir.

-Bu gibi suçların aynı konutta beraber yaşamayan kardeşlerden birinin, aynı konutta beraber yaşamakta olan amca, dayı, hala, teyze, yeğen veya ikinci derecede kayın hısımlarının zararına olarak işlenmesi hâlinde suçun faili akraba cezalandırılır ve fakat cezası yarı oranında indirilir *TCK m. 167(2)+.

KİŞİLİK HAKKI VE KORUNMASI

KİŞİLİK HAKKININ TANIMI VE ÖNEMİ: Ne Anayasa’da ne de TMK ve TBK’da kişilik hakkının tanımı vardır. Bununla birlikte bu bir eksiklik sayılmaz. Belki sınırlayıcı bir tanıma yer verilmemek suretiyle, kişilik hakkının bilimsel ve yargısal içtihat tarafından geliştirilmesinin önü açılmış olur.

YARGITAY KARARLARINDAN:

“Kişilik hakkı, kişinin kendi özgür ve bağımsız varlığının bütünlüğünü sağlayan ve herkese karşı ileri sürülebilen mutlak bir haktır.”

YARGITAY 4. HUKUK DAİRESİ

ESAS:1982/6084 KARAR:1982/7436 TARİH:08.09.1982

“Kişinin doğumla kazandığı bağımsız varlığını ve bütünlüğünü oluşturan; hayat, beden ve ruh tamlığı, vicdan, din, düşünce ve çalışma özgürlüğü, onuru, ismi, resmi, sırları ile aile bütünlüğü, sosyal ve duygusal değerlerinin tümü kişilik haklarını oluşturur…”

YARGITAY 4. HUKUK DAİRESİ

ESAS:2007/9966 KARAR

Kişilik hakkı bir değerler bütününden oluşur. Bu değerlerin bir kısmı insanın sırf insan olması nedeniyle sahip olduğu değerlerdir. Hayat ve beden tamlığı bu tür değerlerdir. Bir kısım değerler ise, insanın toplum içindeki varlığı ve konumu nedeniyle ortaya çıkan değerlerdir. Kişinin sahip olduğu mesleki ve ekonomik değerler bu nitelikteki değerlerdir. Kişilik hakkı, birçok değeri içinde barındıran bir değerler bütünüdür. Bu nedenle hukukumuzda kişilik haklarından çok kişilik hakkından söz edilir. Bu değerlerden herhangi birine yönelik bir saldırı da kişilik hakkına yapılmış bir saldırı olarak görülür. Bir başka deyişle hukukumuzda “genel bir kişilik Hakkı”nın olduğu görüşü kabul görmekte; “birden fazla kişilik Hakkı”nın varlığından söz edilmemektedir. Bununla birlikte özel olarak düzenlenen kişilik hakkına ait değerler de vardır. Adın korunmasına ilişkin TMK m. 26 ve 27 ile bir eser üzerinde sahibinin haklarını düzenleyen Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu 14. madde ve devamı gösterilebilir. Kişilik hakkı, Türk Medeni Kanunu’nda gerçek kişilere ilişkin Kısım’da düzenlenmiştir. Bununla birlikte tüzel kişilerin de kişilik haklarına sahip olduğu noktasında hiçbir tereddüt yoktur. Nitekim tüzel kişiler; cins, yaş, hısımlık gibi yaradılış gereği insana özgü niteliklere bağlı olanlar dışındaki bütün haklara ve borçlara ehildirler. Bundan dolayı gerçek kişilerin insana özgü nitelikleri itibarıyla sahip oldukları değerler hariç, tüzel kişilerin kişilik hakkı da bir değerler bütünü oluşturur. Örneğin tüzel kişilerin de adları üzerinde hakları vardır. Kişilik hakkı kişi var olduğu sürece var olan bir haktır. Gerçek kişiler açısından kişilik hakkı çocuğun sağ olarak tamamıyla doğumu ile başlar ve ölüm ile sona erer. Tüzel kişiler açısından ise tüzel kişiliğin kazanılmasıyla başlar ve tüzel kişiliğin sona ermesine kadar devam eder.

Kişilik hakkı kişi varlığına ilişkin haklardandır. Bilindiği gibi kişinin bir de mal varlığına ilişkin hakları vardır. Mal varlığı hakları para ile ölçülebilen değerlerden oluşur. Kişi varlığı haklarının değeri ise para ile ölçülemez. Kişilik hakkının kişi varlığına ilişkin olması, hakkın ihlalinin parasal, maddi sonuçlarının olmayacağı anlamına gelmez. Nitekim kişilik hakkının saldırıya uğraması hâlinde, doğan zarara karşılık bir tazminat zarar verenden istenebilir.
Kişilik hakkı mutlak haklardandır. Mutlak haklar dışında bir de nispi haklar vardır. Nispi haklar ancak borçlusuna ya da yükümlüsüne karşı ileri sürülebilen haklardır. Kira alacağının kiracıdan istenmesi gibi. Mutlak haklar ise herkese karşı ileri sürülebilir. Bir başka deyişle herkes bu hakları ihlal etmemek zorundadır. Bu haklar herkesin saldırılarına karşı korunan haklardır. Böylece bir kişinin beden bütünlüğü; tanısın tanımasın daha önce bir sosyal ya da hukuki ilişkisi olsun ya da olmasın herkese, komşusuna, kardeşine, öğretmenine, polise, herhangi bir kamu görevlisine karşı korunur. Kişilik hakkı şahıs varlığına ilişkin mutlak haklardandır. Mutlak haklar sadece şahıs varlığına ilişkin haklardan oluşmaz. Nitekim ayni haklar örneğin mülkiyet hakkı, mal varlığı haklarındandır, mutlak haktır fakat şahıs varlığı haklarından değildir. Kısacası mutlak hakları sadece kişilik haklarından ibaret algılamak yanlış olur.
Kişilik hakkı, kişiye sıkı sıkıya bağlı haklardandır. Bundan dolayı ancak sahibi tarafından kullanılabilir. Başkası aracılığı ile kullanılamaz. Kural olarak bu hakkın kullanımına ancak kişinin kendisi karar verebilir, bir başkası onun yerine karar veremez. Örneğin adın değiştirilmesini isteme hakkı adın sahibine aittir. Kuşkusuz hak sahibi hakkını kullanmaya karar verdikten sonra, bununla ilgili işlemleri bir başkasının, örneğin temsilcisinin yapması mümkündür. Yine kişilik hakkının koruyan davaların bazı durumlarda sınırlı ehliyetsizler ile tam ehliyetsizlerin kanuni temsilcileri tarafından açılması mümkündür. Kişilik hakkı başkasına devredilemeyeceği gibi, bu haktan önceden de feragat edilemez.
Kişilik hakkı kişiliğin sona ermesi ile sona erer. Oysa kişinin mal varlığı hakları miras hükümleri çerçevesinde mirasçılarına intikal etmektedir. Bununla birlikte kişilik hakkının ihlalinden doğan bazı parasal sonuçların mirasçılara geçmesine olanak tanıyan özel düzenlemeler de bulunmaktadır.
Kişilik hakkı tekelci (inhisari) bir niteliğe sahiptir. Hak sahibinin hak üzerinde müdahalelere karşı mümkün olduğunca korunmuş bir egemenliği vardır. Hak üzerindeki bu güç, bu yetki sadece bu değerlere sahip olan kişiye aittir.
KİŞİLİK HAKKININ KONUSUNU OLUŞTURAN DEĞERLER

Kişisel değerler; fizikî kişilik, deruni kişilik ve sosyal kişilik olmak üzere üç kategoride toplanır. Buna göre, hayat, sağlık, beden tamlığı ve hareket özgürlüğü fizikî kişilik, his âlemi derunî kişilik, özel alan, şeref ve haysiyet, adın korunması ve ekonomik özgürlük sosyal kişilik altında yer alırlar. Bir başka sınıflandırmaya göre, kişisel değerlerin; maddi bütünlüğe ilişkin değerler, manevi bütünlüğe ilişkin değerler ve iktisadi bütünlüğe ilişkin değerler olmak üzere üç başlık altında toplanması mümkündür. Bunlardan maddi bütünlüğe ilişkin değerlere; hayat, beden tamlığı ve sağlık gibi değerler girer. Kişinin ehliyetleri, özgürlüğü, şeref ve haysiyeti, adı, resmi, kişinin hayat alanı kişinin manevi bütünlüğüne ilişkin değerlerdendir. İktisadi bütünlüğe ilişkin değerlerden ise kişinin iktisadi özgürlük ve varlığı, mesleki şeref ve haysiyeti, kişinin mesleki ve ticari sır çevresi gibi değerler anlaşılır.

Hayat, Sağlık ve Beden Tamlığı: Bir kişisel değer olarak hayat gerek ulusal gerekse uluslararası düzeyde en güçlü şekilde güvence altına alınmıştır. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine göre “Herkesin yaşam hakkı yasa ile korunur” (m. 2). Anayasa’nın 17. maddesine göre de “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.” Görüldüğü gibi, kişinin hayatı üzerindeki hakkı en önemli kişilik hakkıdır. Herkesin hatta kişinin kendisinin bile kendi hayatına, onun devamına saygı göstermesi gerekir. Bu nedenle kişinin kendisine bile hayatı üzerinde sınırsız tasarruf hakkı tanınmamıştır. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne göre “Herkes yaşama hakkına, kişi özgürlüğüne ve güvenliğine sahiptir” Kişinin bir başkasının kendisini öldürmesine rıza göstermesi, fiili, hukuka aykırı olmaktan çıkarmaz. Rızaya rağmen bu fiilden dolayı hem ceza hem de özel hukuka ilişkin çeşitli yaptırımlar doğar. Örneğin Borçlar Kanunu çerçevesinde bu kişiden tazminat istenebilir. Tazminat istenebilmesinin nedeni fiilin hukuka aykırı olmasıdır. Bununla birlikte hâkim tazminat miktarını belirlerken zarar görenin rızasının varlığını dikkate alarak tazminatta indirime gidebilir ya da tazminat ödenmemesine karar verebilir. Kişinin sağlığı ve beden tamlığı üzerindeki hakkı da herkese karşı korunmuştur. Bu değerlere kişinin rızası olmadan yapılan müdahaleler kural olarak hukuka aykırıdır. Hatta kişinin rızası dışında yapılan müdahalenin onun yararına olması dahi kural olarak hukuka aykırılığı kaldırmaz. Nitekim Anayasamıza göre, “Tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı hâller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamaz; rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi tutulamaz” (m. 17/II). Yine “Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz” (m. 17/III, ayrıca bk. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi m. 5, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi m. 3). Kişinin bedensel tamlığı hem fiziksel hem de ruhsal tamlığı, bütünlüğü ifade eder. Dolayısıyla kişinin hem ruhsal hem de fiziksel bütünlüğüne haksız saldırılar kişilik hakkını zedelemiş olur.

Tıbbi Müdahaleler: Kişinin sağlığına ve bu nedenle beden tamlığına yönelik tedavi amaçlı müdahaleler için dahi kural hak sahibinin rızasıdır. Bu rıza olmadan kişiye müdahalede bulunulamaz. Bu hak kişiye sıkı sıkıya bağlı haklardan olduğundan tedaviye rızanın bizzat kişi tarafından verilmesi gerekir. Ancak Tababet ve Şuabatı San’atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun, yasal (kanuni) temsilcisi (veli ya da vasisi) bulunan küçük ve kısıtlı hastalar için yasal (kanuni) temsilcinin tıbbi müdahaleye rızasını aramaktadır (m. 70). Nitekim aynı Kanun gereği, yasal temsilcisi olmayan ya da bulunmayan küçük ve kısıtlılar ile içinde bulunduğu durumdan dolayı (örneğin bir trafik kazasında ağır yaralı olmak) rıza verecek durumda olamayanlar için, tıbbi müdahaleye muvafakat/rıza aranmaz. Bazı durumlarda ise, kamu yararı gereği kişinin rızası aranmadan sağlık ve bedensel bütünlüğü hatta özgürlükleri ile ilgili sınırlamalar getirilebilmektedir. Bir bölgenin karantinaya alınması ya da bir salgın üzerine örneğin sağlık çalışanlarına aşı olma zorunluluğu getirilmesi bu durumun örneklerindendir. Son olarak belirtmek gerekir ki, Hasta Hakları Yönetmeliği’ne göre (m. 3, m. 12);

Tıbbi zorunluluklar ve kanunlarda yazılı hâller dışında, rızası olmaksızın kişinin vücut bütünlüğüne ve diğer kişilik haklarına dokunulamaz.
Kişi, rızası ve Sağlık Bakanlığının izni olmaksızın tıbbi araştırmalara tabi tutulamaz.
Kişiye teşhis, tedavi veya korunma maksadı olmaksızın, ölüme veya hayati tehlikeye yol açabilecek veya beden bütünlüğünü ihlal edebilecek veya akli veya bedeni mukavemeti azaltabilecek hiçbir şey yapılamaz ve talep de edilemez.
Bedenî, ruhi ve sosyal yönden tam bir iyilik hâli içinde yaşama hakkının, en temel insan hakkı olduğu, hizmetin her aşamasında daima göz önünde bulundurulur.
Organ ve Doku Nakli: Organ ve doku naklinin buna ihtiyaç duyanlar açısından önemini açıklamaya gerek yoktur. Diğer yandan organ ve dokular bedensel tamlığın bir parçasıdır ve bu nedenle kişilik hakkının konusunu oluşturan kişisel değerlerdendir. Dolayısıyla bir kişinin organ ya da dokusunu nakletmek o kişinin kişilik hakkına müdahale anlamı taşır. Bu hassas denge içinde kanun koyucu bir yandan organ ve doku nakline izin verirken bir yandan da bu kişisel değerleri korumaya yönelik önlemler almıştır. Bu önlemleri çeşitli yasal düzenlemelerde bulmak mümkündür. yazılı rıza üzerine insan kökenli biyolojik maddelerin alınması, aşılanması ve nakli mümkündür. Ancak, biyolojik madde verme borcu altına girmiş olandan edimini yerine getirmesi istenemez; maddi ve manevi tazminat isteminde bulunulamaz. Kişi sonradan vazgeçme hâlinde tazminat ödemekle yükümlü tutulmamakla, bu konuda tamamen özgür iradesi ile hareket etmesi sağlanmaya çalışılmıştır. Diğer yandan yazılı şekilde biyolojik maddelerin alınmasına, aşılanmasına veya nakline verilen rızaya rağmen işlemin yapılmasına yanaşılmaması hâlinde, kişiye karşı ifa davası açılarak taahhüdünü yerine getirmesi de istenemeyecektir. Organ Nakli Kanunu olarak adlandırılabilecek bu Kanun, bir bedel veya başkaca çıkar karşılığı, organ ve doku alınması ve satılmasını yasaklamıştır (m. 3, ayrıca bk. Organ ve Doku Nakli Hizmetleri Yönetmeliği m. 16). Yine bu Kanun’a göre, on sekiz yaşını doldurmamış ve ayırt etme gücüne sahip olmayan kişilerden organ ve doku alınması yasaktır (m. 5). Vericinin yaşamını mutlak surette sona erdirecek veya tehlikeye sokacak olan organ ve dokuların alınması ise herkes için yasaklanmıştır (m. 8).

Organ Nakli Kanunu’nda ölüden organ ve doku alınması da düzenlenmiştir. Ölüden organ ve doku alınabilmesi için her şeyden önce ölüm hâli tereddüde yer bırakmayacak şekilde saptanmış olmalıdır. Nitekim Kanun’da bu konuda özel düzenlemeler vardır. Bir kere organ nakli açısından tıbbi ölüm hâli, bilimin ülkede ulaştığı düzeydeki kurallar ve yöntemler uygulanmak suretiyle, biri kardiyolog, biri nörolog, biri nöroşirürjiyen ve biri de anesteziyoloji ve reanimasyon uzmanından oluşan 4 kişilik hekimler kurulunca oy birliği ile saptanmalıdır (m. 11). Ayrıca alıcıyı tedavi eden hekim ile organ ve doku alınması, saklanması, aşılanması ve naklini gerçekleştirecek olan hekimlerin, ölüm hâlini saptayacak olan hekimler kurulunda yer almaları yasaktır (m. 12). Ölüm hâli tespit edildikten sonra, organ ve doku alınabilmesi için ilgililerin rızası da aranmaktadır. Öncelikle kişi ölmeden önce organ ve dokularının alınmasına rızasını açıklamış olabilir. Örneğin bu yönde bir yazılı vasiyette bulunmuş olabilir. Bu takdirde öldüğünde rızasını açıkladığı organların alınması mümkündür. Eğer bir kimse sağlığında bedeninin tamamını veya organ ve dokularını, tedavi, teşhis ve bilimsel amaçlar için bıraktığını resmî veya yazılı bir vasiyetle belirtmemiş veya bu konudaki isteğini iki tanık huzurunda açıklamamış ise sırasıyla ölüm anında yanında bulunan eşi, ergin çocukları, ana veya babası veya kardeşlerinden birisinin; bunlar yoksa yanında bulunan herhangi bir yakınının rıza göstermesi ile ölüden organ veya doku alınabilir (m. 14/I). Ancak yakınların rızası ile organlarının alınması, kişinin sağlığında, kendisinden ölümünden sonra organ veya doku alınmasına karşı olduğunu belirtmemiş olmasına bağlıdır (m. 14/III). Yani organ ve dokularının ölümünden sonra alınmamasını bir kişi açıkça ifade etmişse, artık yakınlarının rızası ile de olsa organları alınamaz. Nitekim Kanun, ölünün kornea gibi ceset üzerinde bir değişiklik yapmayan dokularının rızaya gerek olmadan alınabileceğini düzenlemiş olmakla birlikte, bu dokular için dahi kişinin aksine bir vasiyeti ya da beyanı olmamasını şart koşmuştur (m. 14/II). Son olarak belirtmek gerekir ki, organ ve doku ticareti yapmak suçtur.

Cinsiyet Değişikliği: Kişinin cinsiyeti de korunan kişisel değerleri arasındadır. Ancak kanun koyucu kişinin cinsiyeti üzerinde sınırsız tasarrufuna izin vermemektedir. Diğer yandan cinsiyet değişikliğini tamamen de yasaklamamaktadır. Hukukumuzda cinsiyet değişikliği yapılabilmesi ancak hâkim kararı ile olabilir. Bunun için cinsiyetini değiştirmek isteyen kimsenin şahsen mahkemeye başvurarak, hâkimden cinsiyet değişikliğine izin verilmesini istemesi gerekir. Mahkemece cinsiyet değişikliğine karar verilebilmesi için, istem sahibinin on sekiz yaşını doldurmuş olması şarttır. Dolayısıyla kişinin sırf ergin olması yetmez (Bilindiği gibi evlenme ve yargısal erginlik durumlarında kişi on sekiz yaşını tamamlamadan önce de ergin olabilmektedir). Diğer yandan istemde bulunanın evli olmaması gerekir. Evli bir kişinin cinsiyetini değiştirmesine kanun koyucu imkân tanımamaktadır. Bu ikisi dışında, cinsiyet değişikliği öyle bir şarta bağlanmıştır ki, bu şart keyfî şekilde cinsiyet değiştirmeyi engeller: Hâkimin cinsiyet değişikliğine karar verebilmesi için istemde bulunan; transseksüel yapıda olmalı, cinsiyet değişikliği ruh sağlığı açısından zorunlu olmalı ve üreme yeteneğinden sürekli biçimde yoksun bulunmalıdır. Bu üçünün kişide bulunduğu, bir eğitim ve araştırma hastanesinden alınacak resmî sağlık kurulu raporuyla belgelenmiş olmalıdır. Tüm bu şartların bir arada bulunması hâlinde istemde bulunanın cinsiyetini değiştirmesine izin verilir. Cinsiyet değişikliğine izin verildikten sonra kişinin bu ameliyatı muhakkak yaptırması gerekmez. Ancak cinsiyet değiştirme ameliyatı gerçekleştirilirse, kişi, Kanun’un belirttiği içerikte bir resmî sağlık kurulu raporu ile mahkemeye başvurarak nüfus sicilinde yeni cinsiyetine uygun gerekli düzeltmenin yapılmasını isteyebilir. Böylece kişi nüfus sicilinde artık yeni cinsiyeti ile yer alır.

Kişinin Özgürlüğü, Hak ve Fiil Ehliyetleri: Bir kimsenin ehliyetlerinden -kısmen ya da tamamen- vazgeçme anlamına gelecek şekilde; hiç mülk edinmeyeceğini, asla evlenmeyeceğini ya da boşanmayacağını taahhüt etmesi geçersizdir.

Kişinin Şeref ve Haysiyeti: Şeref ve haysiyet (onur ve saygınlık), dâhil olduğu toplumun gerekli saydığı hâl ve davranış, yaşama biçimi ve ahlaki özellikler karşısındaki durumuna göre, kişiye toplum tarafından verilen değeri ifade eder. Bu değer bir kere sırf insan olmak dolayısıyla belli ölçüde sahip olunan bir değerdir. Diğer yandan kişinin gelişimi ve olgunluğu, davranış ve tutumları ile toplum içinde elde ettiği özel bir yeri, bir değeri de vardır. Şeref ve haysiyet kişilik hakkını oluşturan kişisel değerlerdendir. “Kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz” (Anayasa m. 17/III). Türk Ceza Kanunu açısından da kişinin şeref ve haysiyeti koruma altına alınmıştır. Bir kimseye hakaret etmek, sövmek, hakkında asılsız ihbarlarda bulunmak, şeref ve haysiyetini zedeleyici iftiralarda, iddialarda bulunmak özel hukuk açısından kişilik hakkına saldırı niteliği taşır. Bir kişisel değer olarak herkesin şeref ve haysiyetine saygı göstermeli, kişilerin toplum içindeki değerini, itibarını azaltıcı veya onları küçük düşürücü haksız müdahalelerden kaçınılmalıdır. Günümüzde kişinin şeref ve haysiyetine müdahalede basının rolü oldukça önemlidir. Zira basın, kişiler hakkında bilgiler vermekte, görüşler açıklamakta bunların da kişilerin toplumdaki değerleri üzerinde, şeref ve haysiyetleri üzerinde etkileri olmaktadır. Bilindiği gibi, basın özgürlüğü de Anayasal bir temele sahiptir. “Basın hürdür, sansür edilemez. Basımevi kurmak izin alma ve mali teminat yatırma şartına bağlanamaz” (Anayasa m. 28/I). “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar” (Anayasa m. 26/I). Ancak “Bu hürriyetlerin kullanılması, … başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir” (Anayasa m. 26/II).

Dolayısıyla kişilik hakkı ile basın özgürlüğü arasında hassas bir denge vardır. Kısaca ifade etmek gerekirse, basın, o anda elde mevcut bilgilere göre gerçeklik taşıyan, verilmesinde kamu yararının bulunduğu, güncel bir haber ya da bilgiyi, ölçülü bir anlatım ile kamuoyuna duyurursa kişilik hakkına saldırıda bulunmamış olur.

Kişinin Adı: Adının kullanılması çekişmeli olan kişi, bu ad üzerindeki hakkının tespitini dava edebilir. Adı haksız olarak kullanılan kişi buna son verilmesini; haksız kullanan kusurlu ise ayrıca maddi zararının giderilmesini ve uğradığı haksızlığın niteliği gerektiriyorsa manevi tazminat ödenmesini isteyebilir. Kişinin adı üzerinde hakkı bulunmakla birlikte kanun koyucu toplumsal ve hukuksal açıdan belirsizliğe yol açacak şekilde adın keyfî değiştirilmesine de izin vermemiştir. Nitekim adın değiştirilmesi ancak hâkim kararı ile olabilir ve adın değiştirilmesi ancak haklı sebeplere dayanılarak istenebilir. Bu haklı neden adın komik ya da aşağılayıcı olması, kişinin dinini değiştirdiği için adını değiştirmek istemesi gibi olabilir. Adın değiştirilmesi kişinin sahip olduğu kişisel durumunda bir değişikliğe yol açmaz. Bu doğaldır zira adın değişmesi ile kişi değişmiş olmaz. Bir kişinin adının değiştirilmesinden zarar görenler olabilir. Yeni aldığı ad ile onların adı arasında bir karışıklık meydana gelebilir. Bu ve benzeri durumlar için kanun koyucu, adın değiştirilmesinden zarar gören kimseye, bunu öğrendiği günden başlayarak bir yıl içinde değiştirme kararının kaldırılmasını dava etme hakkı tanımıştır. Kişinin adları çeşitlidir. Hukukumuzda özad ve soyadının kullanılması zorunludur. Özad kişiyi diğer aile bireylerinden, aynı soyadı taşıyan kimselerden ayırmaya yarayan, soyadının önünde gelen addır. Soyadı ise aynı aileden gelen bireyleri diğer ailelerden gelen bireylerden ayırmaya yarayan addır. Bunlardan başka bir de kullanımı ve varlığı zorunlu olmayan adlar vardır: Müstear ad, kişinin gerçek kimliğini gizlemek amacıyla genellikle belirli bir faaliyet alanında seçip kullandığı isimdir. Buna takma ad da denir. Lakap ise, bir kişiye çeşitli özellikleri nedeniyle başkaları tarafından takılan addır. Bu özellikler fiziksel ya da manevi özellikler veya kabiliyetler olabilir. Topal, aksak, aslan, tilki gibi. Hukuka ve ahlaka aykırı olmamaları kaydıyla, müstear ad ve lakabın da adın korunmasına ilişkin hükümlere göre korunacağı kabul edilmektedir. Ancak adın değiştirilmesine ilişkin kanun hükmünün yalnız zorunlu adlar için; kişinin özadı ve soyadı için geçerli olduğunu kaydedelim. Ad üzerideki haklar gerçek kişiler için olduğu gibi tüzel kişiler için de geçerlidir. Tüzel kişiler de ticaret unvanı ve işletme adı gibi kişisel değerlere sahiptirler.

Kişinin Resmi ve Sesi: Kişinin resmi ve sesi kişisel değerlerindendir. Kişinin rızası gibi bir hukuka uygunluk nedeni olmadan resminin çekilmesi, yayımlanması, sesinin kaydedilmesi ve çoğaltılması vb. bu nedenle kişilik hakkının ihlali anlamına gelir. Bu konunun da basın özgürlüğü ile bağlantılı bir boyutu vardır. Özellikle bu bağlamda olmak üzere kamuya mal olmuş kişilerin, örneğin başbakan ve bakanların bir sempozyumdaki görüntü ve seslerinin önceden izin alınmadan kaydedilip yayımlanması kişilik hakkına saldırı sayılmaz. Resim ve portreler ve bunların yayımı ile ilgili Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nda da koruyucu hükümler vardır.

Kişinin Hayat Alanı: Diğer kişilerin bilgilerine açık olma derecesinden hareketle kişilerin hayat alanı üçe ayrılabilmektedir: “Kamuya açık hayat alanı”, “özel hayat alanı”, “gizli hayat alanı”.

Kamuya açık alan, toplum içinde gerçekleşen, kişinin başkalarınca bilinmesinde sakınca görmediği durum ve olayları içerir. Bir kimsenin vapura binerek seyahat etmesi, bir konsere gitmesi, Efes harabelerini ziyaret etmesi, katılımın açık olduğu bir toplantıda konuşmacıya yumurta fırlatması gibi olaylar böyledir.
Özel hayat alanı, bir kişinin genellikle ailesi ya da arkadaşları gibi belirli bir yakınlık içinde olduğu sınırlı sayıdaki kişiye açık olan, kamu ile paylaşmadığı hayat alanıdır.
Gizli hayat alanı ise başkalarından gizlediği ve sadece açıkladığı kişilerce bilinmesini istediği durum ve olayları kapsar.
Bu üç hayat alanından özel alan ve gizlilik alanı, kişilik hakkının konusunu oluşturan kişsel değerlerdendir. Dış müdahalelere karşı korunmuşlardır. Bundan dolayı bir başkasının telefonlarını dinlemek, mektuplarını açmak; aile ilişkilerini, cinsel tercihlerini gizlice araştırmak, bu maksatla evini gözetlemek ya da kişiyi sürekli takip etmek kişilik hakkına saldırı niteliğindedir. Kamuya açık alan ise TMK m. 24’ün kapsamı dışındadır, topluma açık olarak gerçekleşen bu olaylar için diğerleri gibi bir gizlilik yönü olmadığına göre, öğrenilmiş olmaları kişilik hakkının ihlali olarak değerlendirilemez. Bu üç alan arasındaki sınır, özellikle basın özgürlüğü ve kamuya mal olmuş kişiler düşünüldüğünde kesin olarak çizilemez. Bu gibi kişiler için kamuya açık alan daha geniştir. Bir başka deyişle bu gibi kişilerin sağlıkları, yaşamları, projeleri, aile ilişkileri vb.leri, belli bir ölçüde sıradan kişilere göre daha az gizlilikten, korumadan yararlanabilmektedir.

İktisadi Özgürlük ve Varlık: Kişinin iktisadi özgürlüğü ve varlığı da kişisel değerlerindendir. Bir kere “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir” Ayrıca “Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir” . “Özel teşebbüsler kurmak serbesttir”. “Çalışma, herkesin hakkı …dır . “Hiç kimse zorla çalıştırılamaz. Angarya yasaktır”. Kuşkusuz iktisadi özgürlük de sınırsız değildir. İktisadi özgürlük ve varlığa hukuk düzenince çizilen sınırları aşan müdahaleler kişilik hakkının zedelenmesine yol açar.

KİŞİLİK HAKKININ KORUNMASI

Korumanın iki yönü vardır.

Kişilik hakkını kişinin rızasına dayalı saldırılara karşı korumaktadır. Bir başka deyişle, bu hüküm sayesinde kişilik, temelinde bir hukuki işlem bulunan saldırılara karşı korunmaktadır. Daha önce değinildiği gibi kimse, bir irade açıklamasında bulunarak, bir başkası ile bir sözleşme imzalayarak onun kölesi olamaz, hiç evlenmeme borcu altına giremez. Bu tür hukuki işlemlerin yaptırımı kesin olarak hükümsüzlüktür
Kişilik hakkını, kişinin rızasına dayanmayan saldırılara karşı korumaktadır. Bir başka deyişle haksız fiil yoluyla kişiliğe saldırılara karşı bir koruma sağlamaktadır. Örneğin bir kimsenin bir başkasına ateş ederek onu yaralaması, ona hakaret etmesi bu tür saldırılardır.
Kişinin Haksız Fiile Dayanan Kişiliğe Saldırılara Karşı Korunması

Öncelikle belirtmek gerekir ki, kişinin hukuki işlem dışı, haksız fiil nitelikli bir saldırıya karşı korunması için, kişilik hakkına yönelik fiilin hukuka aykırı olması gerekir. Eğer fiil hukuka aykırı değilse, haksız fiil sorumluluğundan ve kişiliği hedef alan haksız bir müdahaleden söz edilemez. Buna göre;

“Hukuka aykırı olarak kişilik hakkına saldırılan kimse, hâkimden, saldırıda bulunanlara karşı korunmasını isteyebilir. Kişilik hakkı zedelenen kimsenin rızası, daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar ya da kanunun verdiği yetkinin kullanılması sebeplerinden biriyle haklı kılınmadıkça, kişilik haklarına yapılan her saldırı hukuka aykırıdır.”
“Kanunun verdiği yetkiye dayanan ve bu yetkinin sınırları içinde kalan bir fiil, zarara yol açsa bile, hukuka aykırı sayılmaz. Zarar görenin rızası, daha üstün nitelikte özel veya kamusal yarar, zarar verenin davranışının haklı savunma niteliği taşıması, yetkili kamu makamlarının müdahalesinin zamanında sağlanamayacak olması durumunda kişinin hakkını kendi gücüyle koruması veya zorunluluk hâllerinde de fiil, hukuka aykırı sayılmaz.”
Bu hükümlerde sayılan hâllere hukuka aykırılığı kaldıran hâller ya da hukuka uygunluk nedenleri denmektedir. Bunlardan birinin -örneğin haklı savunmanın (meşru müdafaanın)- varlığı hâlinde, saldırganın beden tamlığına zarar verilmesi, böylece kişilik hakkına hukuka aykırı bir müdahale olarak nitelendirilemeyecektir.

Davalar

Saldırı tehlikesinin önlenmesi: Saldırı henüz başlamamış fakat bir saldırının gerçekleşeceği kuvvetle muhtemel ise, bunun önlenmesi için saldırı tehlikesinin önlenmesi, önleme davası açılır. Görüldüğü gibi burada henüz gerçekleşmiş bir saldırı yoktur. Sadece saldırı tehlikesi vardır. Bu tehlike de ciddi, gerçekleşecek niteliktedir. Örneğin, bir televizyon kuruluşunda belirli bir kişinin şeref ve haysiyetini zedeleyen bir programın başlayacağına ilişkin tanıtımlar, reklamlar yapılıyorsa bu kişi, saldırı tehlikesinin önlenmesini isteyebilir. Saldırı tehlikesinin önlenmesinin istenebilmesi için, saldırıda bulunacak olanın kusurlu olması gerekmez. Önemli olan saldırının haksız olmasıdır.

Saldırıya son verilmesi: Kişilik hakkına saldırı başlamış, devam ediyor ise, sürmekte olan saldırıya son verilmesi; saldırının durdurulması istenebilir. Bu maksatla saldırıya son verilmesi (saldırının durdurulması/tecavüzün

men’i) davası açılır. Örneğin bir kişinin iç çamaşırlı resimlerinin gizlice çekilerek konulduğu bir dergi piyasaya dağıtılıyor ve satışı sürüyorsa, buna karşı men davası açılabilir. Saldırıda bulunanın yani failin kusurlu olmaması, saldırıya son verilmesi davasının açılmasını engellemez. Kişilik hakkı saldırıya uğrayan, bu saldırıda failin hiç kusuru olmasa dahi saldırıya son verilmesini isteyebilir.

Saldırının tespiti: Kişilik hakkı saldırıya uğrayan kişi, sona ermiş olsa bile etkileri devam eden saldırının hukuka aykırılığının tespitini isteyebilir. Saldırının tespiti davası, sona ermiş saldırılar için açılan bir davadır. Zira bir saldırı sona ermiş olsa bile saldırıya uğrayanın bu durumu tespit ettirmesinde yararı bulunabilir. Saldırının tespiti davası açılabilmesi için sona eren saldırının etkilerinin sürüyor olması gerekir. Bunun anlamı üzerinden epeyi bir zaman geçtiği ya da önemini çabuk yitirdiği için etkisi silinen hatta unutulan saldırılar için artık korunma istemeye gerek olmamasıdır. Saldırının tespiti davası için de failin kusurunun bulunması aranmamaktadır.

Üçüncü kişilere bildirim ve yayımlanma: Davacı saldırının önlenmesi, saldırıya son verilmesi ve tespit davalarının birini açarken bunlarla birlikte, mahkemece verilen düzeltmenin veya kararın üçüncü kişilere bildirilmesi ya da yayımlanması isteminde de bulunabilir. Gerçekten de bu istemin kişilik hakkı saldırıya uğrayana tanınması önemlidir. Zira tek başına saldırının sona ermesi ya da tespiti kişi için tatmin edici olmayabilir. Kişi saldırının haksız olduğunu, olayların gerçek yüzünü kamuoyunun öğrenmesini isteyebilir. İşte mahkemece verilen düzeltmenin ya da mahkeme kararının yayımlanması ile bu istem karşılanmış olur.

Tazminat davaları: Saldırıyı önleme, saldırıya son verilmesi ve saldırının tespiti davaları saldırıya uğrayanın saldırıya karşı korunmasını hedefler. Bu nedenle koruyucu davalar adı ile de anılırlar. Ancak bu davalar kişinin saldırıdan doğan zararlarının giderilmesine yönelmemiştir. Gerçekten saldırıya uğrayan bu saldırıdan dolayı bir zarara uğramışsa, bunun için de açabileceği davalar vardır: Maddi ve manevi tazminat davaları). Maddi tazminat davaları saldırıya uğrayanın maddi zararlarını karşılamaya yönelmiştir. Manevi tazminat ise kişinin saldırıdan dolayı doğan acı ve üzüntüsüne karşılık ödenen bir paradır. Hâkim, bu tazminatın ödenmesi yerine, diğer bir giderim biçimi kararlaştırabilir veya bu tazminata ekleyebilir; özellikle saldırıyı kınayan bir karar verebilir ve bu kararın yayımlanmasına hükmedebilir. Tazminat davalarının açılması, bir başka deyişle doğan zararın failden istenebilmesi için haksız fiil hükümlerine göre failin kusurlu olması ya da kusursuz sorumluluk hâllerinden birinin (TBK m. 65 vd.) olayda bulunması gerekir. Yani kural olarak fail kusurlu değilse ondan tazminat istenemez. Diğer yandan bu davalar zararın varlığı ile ilgili davalardır. Saldırıdan bir zarar doğmamışsa tazminat davası da açılamaz.

Saldırıdan elde edilen kazancın istenmesi: Kişilik hakkı saldırıya uğrayan, hukuka aykırı saldırı dolayısıyla elde edilmiş olan kazancın vekâletsiz iş görme hükümlerine göre kendisine verilmesini isteyebilir. Bu dava, zarar olarak nitelendirilmeyen bir kısım gelirlerin failin elinden alınması açısından önemlidir. Zira maddi tazminat davası saldırıya uğrayanın mal varlığında meydana gelen zararı karşılamaya yöneliktir. Ancak bu bir yana, fail örneğin saldırıya uğrayanın normalde satışa sürmeyeceği özel resimlerini yayınlayarak kazanç elde etmiş olabilir. Örneğin, gazetesinin tirajını yükseltmiş olabilir. Bu durumda eğer bu dava olmasaydı kişilik hakkı saldırıya uğrayan manevi tazminat istemekle yetinmek zorunda kalabilirdi.

Zaman aşımı

Maddi ve manevi tazminat istemi, zarar görenin zararı ve tazminat yükümlüsünü öğrendiği tarihten başlayarak iki yılın ve her hâlde fiilin işlendiği tarihten başlayarak on yılın geçmesiyle zaman aşımına uğrar. Ancak tazminat, ceza kanunlarının daha uzun bir zaman aşımı öngördüğü cezayı gerektiren bir fiilden doğmuşsa, bu zaman aşımı uygulanır.

Yetkili ve Görevli Mahkeme

Davacı, kişilik hakkının korunması için kendi yerleşim yeri veya davalının yerleşim yeri mahkemesinde dava açabilir. Kişilik hakkına saldırı aynı zamanda haksız fiil niteliği de taşıdığı için Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda bu davalar için öngörülen yetkili mahkemelerde de dava açılabilir. Nitekim bu Kanun’a göre, haksız fiilden doğan davalarda, haksız fiilin işlendiği veya zararın meydana geldiği yahut gelme ihtimalinin bulunduğu yer ya da zarar görenin yerleşim yeri mahkemesi de yetkilidir. Görevli mahkeme ise asliye hukuk mahkemesidir. Yani davanın asliye hukuk mahkemesinde açılması gerekir.

Avukat Fatmanur Toprak Saygıner | Boşanma Avukatı

28.08.2017
Whatsapp
Fatmanur TOPRAK SAYGINER
Fatmanur TOPRAK SAYGINER
Merhaba
Size nasıl yardımcı olabiliriz?